Arama

Prof. Dr. Mehmet Emin Ay
Eylül 16, 2022
Amelleri kabul eden elbette O’dur…
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Bundan önceki yazımızda, yaptığı birtakım iyilikler ve amellerden sonra "Allah kabul etsin" ifadesini adeta bir talimat gibi sarf eden birtakım kişilerin varlığından bahsetmiştik. Bazı okuyucularımızın, "Bu sözü söylemekte ne gibi bir mahzur var?" diye düşündüklerine ve bunu bir soruya dönüştürerek sorduklarına vâkıf olunca açıklama yapmak ve önceki konuya bu açıklamadan sonra devam etmenin uygun olacağına karar verdik. İzninizle bu noktada kısa bir açıklama yaparak öyle devam edelim bugünkü yazımıza…

Evet, başlıkta yer aldığı ve pek çok ayet-i kerimede de ifade buyurulduğu üzere, "Kulun O'na yönelişi anlamına gelen tövbeyi de duaları da salih amelleri de kabul eden Allah Teâlâ'dır. Çünkü bütün işlerin dönüp ulaşacağı, varacağı merci O'dur…" Böyle olunca kulun Allah Teâlâ'dan yapıp-ettiklerini (amellerini) kabul etmesini istemesinden ve "Allah kabul etsin" demesinden daha tabii ne olabilir!..

Esasen, görünürde son derece tabii bir dua söylemidir, "Allah kabul etsin" ifadesi… Ancak durum sadece göründüğü gibi değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim bizlere Allah Teâlâ'nın, bazı kimselerin amellerini, yani yaptığı "iyilik" görünümlü işleri kabul buyurmadığını haber vermektedir. Sadece bir örnekle konuyu ele alalım istiyoruz…

İnsanlık tarihinde bunun ilk örneği, Hz. Adem'in (AS) iki oğlundan biri olan Kâbil'de görülmektedir. Allah'a sunduğu takdimesi kabul edilmeyince hased damarı kabaran Kâbil, takdimesi kabul edilen kardeşini öldürmekle tehdit etmişti… Yaşananları aktaran Kur'an-ı Kerim'de Hz. Adem'in salih evladı Hâbil'in dilinden şu mesaj verilmektedir. "Allah, ancak takva sahibi (kulluk şuuru taşıyan) kimselerin sunduğu takdimeleri kabul eder."(Mâide, 27) Aradan geçen nice asırlar, bu hakikati değiştirmemiş ve Son Nebi (SAV) Efendimize indirilen ayetlerde Cenab-ı Hak (CC) şu önemli noktayı hatırlatmıştı, hem müminlere hem de tüm insanlığa… "Kurbanlarınızın ne etleri ne de kanları Allah'a ulaşacak değildir. Lâkin biliniz ki, O'na ulaşacak (O'nun katında değerli olan) sizin kulluk şuurunuzdur, takvanızdır" (Hac, 37) Sadece bu iki ayet bile bize, yapılan iyilikler, salih ameller gibi görünen her bir işimiz ve davranışımızda mutlaka olmazsa olmaza nitelikteki "sahih niyet" ve kulluk şuuru olan "takva"nın bulunmasının ön şart olduğunu ortaya koymaktadır. Bu iki özellik varsa amel de salih olmakta ve kabule şâyân bir hale dönüşmektedir. Dolayısıyla bir kimsenin "Allah kabul etsin" şeklindeki sözü sarf etmesinin ardında son derece önemli iki unsur gizlidir diyebiliriz. Bunlardan biri Hâbil gibi, Allah'tan gelen emri en güzel şekilde karşılayan, gereğini en güzel şekilde yerine getiren ve sonucunu Allah'ın takdirine sığınarak bekleyen "müttaki ve mütevazı kul" tavrı… İkincisi ise geçen yazımızda değindiğimiz üzere "kenarından köşesinden tutarak" üstünkörü bir şekilde yerine getirdiği görevinin kabulünü beklemek, bu gerçekleşmeyince öfkesini kardeşinden çıkarmak isteyen Kâbil'in "isyankâr" tutumu… Ne dersiniz, böylesi bir hâlet-i ruhiyeye sahip kişinin, "Allah kabul etsin" deyişinde niyâz vasfı mı vardır, yoksa gerçekleşmesini beklediği bir talimat mı?..

Aktardıklarımıza ek olarak iki konuyu birbirine bağlayacak nitelikte bir tabloyu daha yine Kur'an-ı Kerim'den aktarmak isteriz… Hz. İbrahim (AS) geçen yazılarımızda genişçe anlattığımız üzere eşi Hz. Hacer ve oğlu İsmail'i Mekke'ye getirip yerleştirmişti. Allah'ın emirlerine uyma hususunda son derece hassas olan ve karşılaştığı sınavları sağlam ve sarsılmaz imanıyla başarıyla atlatan Hz. İbrahim'e şimdi yeni bir görev verilmişti: "Yeryüzünde ilk mabed" olarak kurulan Kâbe'nin temellerini bulup onu yeniden inşa etmek… Hz. Cebrail'in rehberliğinde yeri tespit edilen ve üzerini kumların örttüğü temelleri bulunarak yeniden inşa işlemini bu baba-oğul iki peygamber gerçekleştirmiş ve sonunda onlar yükselen Kâbe duvarlarının altında şöyle dua etmişlerdi: "Ey Rabbimiz, bu amelimizi bizden kabul buyur. Şüphesiz Sen, sesimizi işiten ve yaptıklarımızı en bilensin…" (Bakara, 127)

Samimi bir niyetle, ihlas ve içtenlikle ter dökerek kardıkları harçla, taşıdıkları taşlarla duvarlarını yükselttikleri mabedin yanı başında duaları ve niyazları böyleydi baba-oğul peygamberlerin… Bu tablo, yapılan amellerin kabulünün, elbette Allah'tan isteneceğinin en güzel örneğidir. Ama takdir edileceği üzere Hz. İbrahim'in samimiyeti ve Hz. İsmail'in (ASM) teslimiyetine sahip olarak… Gerçek manada ümit dolu bir niyaz ve tevâzuyla yoğrulmuş bir dilekle…

Yine burada, müminlerin birbirlerine dua ederek onların amellerinin makbuliyetini dilemelerinin de güzel bir sünnet-i seniyye olduğunu sözlerimize eklemeliyiz. Nitekim Ashab-ı Kiram (RA) kıldıkları namazlardan sonra ayrılırken "Allah makbul eylesin" niyazlarıyla birbirlerine duada bulunurlardı…

Gelelim geçen haftadan kalan konumuza…

Hatırlayacağınız üzere, Hac suresinin 11. ayetiyle başlayan ilahi beyanla tarif edilen ve özellikleri verilen bazı insanlar şöyle vasıflandırılmaktaydı: "İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah'a kıyısından kenarından kulluk eder. Öyle ki, kendisine Allah tarafından bir iyilik ulaşsa, gönlü onunla huzura kavuşur, fakat fakirlik, hastalık, başarısızlık gibi bir imtihanla yüz yüze gelecek olsa, hemen gerisin geriye dönerek Allah'a kulluğu terk eder. Böyle bir insan hem dünyayı hem de âhireti kaybetmiş demektir ki, işte en büyük felâket budur!" Ayetin bitiminde yer alan ve bazı mütercimlerin "en büyük felâket" olarak karşılık verdikleri "hüsrânül-mübin", dünyada da ahirette de kaybedişin tâ kendisidir…(Bkz. Mahmut Kısa Meali) Zira o kişi, yaratılış gâyesi olan Allah'a kulluğu terk etmiştir!.. Kulluğunu unutan, kulluk makamını terk eden kişi artık bu önemli varlığının yokluğunu doldurmak için bu sefer başka şeyleri onun yerine ikame edecektir. Bunu da bize ardından gelen ikinci ayet haber veriyor: (O kişi Allah'a kulluğu bırakınca, kaçınılmaz olarak) "Allah yerine, kendisine hiçbir fayda veya zarar veremeyen aciz varlıklara kulluk edip yalvarır. İşte bu, doğru yoldan sapmanın ta kendisidir…" (Hac, 12)

Tefsirlerin ve meallerin ayette geçen "yed'û min dûnillah" ifadesine karşılık "Allah'tan başkasına kulluk etmek, tapmak, medet ummak ve yalvarmak" anlamlarını vermişlerdir. Muhammed Esed ise ayete dair şu dikkat çekici tespitlerde bulunur: "Benimsediği inanca kayıtsız şartsız bağlı kalmakta acze düşen insan, çoğu zaman, gerçek ya da hayalî, birtakım haricî güçlere kendi kaderi üzerinde belirleyici bir "etki" ya da rol yakıştırmaya ve böylece onlara tanrısal nitelikler isnat etmeye eğilimlidir."

Evet, böylece Allah inancından, O'nun rububiyyetine sağlam bir imandan yoksun kalmış bir gönlü artık sahte ilahlara bel bağlamakla huzura kavuşturacağını düşünmeye başlar insanoğlu… Peki bunu başarabilir mi? Elbette ki hayır…

Konuya devam edeceğiz. Mübarek Cuma gününün feyiz ve bereketi sizin de üzerinize olsun.

Mehmet Emin Ay

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN