Günümüzde inkâr edilemez şöyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız: İslam dünyası, ekonomik anlamda Batı karşısında oldukça geridedir. Reel olarak istatistiklere bakıldığında bu çok açık bir şekilde görülmektedir. Bunu fark etmemek, sorunun isabetli tespitini güçleştirmektedir. Bununla paralel olarak insan hakları, teknoloji, bilim vs. konularda da benzer durumlar söz konusudur. Teorik olarak farkında olunması gereken şeyler arasında ise modern dünya ile birlikte kavramlarımızın mefhumlarının kaybolması, müesseselerimizin karşılıksız kalması ve sonuç itibariyle tarihe karşı büyük bir güven bunalımı yaşanmasıdır. Bu yazıda ekonomik geri kalış üzerine bazı iddialar değerlendirilecektir. Dolayısıyla konu bir açıdan İslam iktisadıyla ilişkili olup, daha temelde hukuk-iktisat ilişkisi bağlamında tartışabilir. Bu sütun, meseleleri kısaca izaha, hatta sadece değinmeye imkân verdiği için, yazının bazı genellemeler, retorikler ve hatabi kıyaslar içermesi muhtemeldir.
Başlıkta zikredilen konulardan ilki İslam hukuku yani orijinal adıyla fıkıhtır. Bu konuda ön kabul olarak farkında olunması gereken şey, müesseseleri, temsilcileri ve metinleri ile tarih sahnesinden çekilmiş bir hukuk adına konuşuyor olduğumuzdur. Şu anki durumla, tarihte olmuş bitmiş şeyleri mukayese ederken anakronizme düşme ihtimali son derece yüksektir. Başlıkta yer alan ikinci konu ise geri kalmışlık, azgelişmişlik meselesidir. Bu tür mukayeseler itibari ve spekülatif yönü bulunmakla birlikte ekonomi gibi bazı alanlarda istatistiklere dayalı olarak bir ölçüm sunduğu da inkar edilemez. Şimdilik bu yazıda reel durum göz önüne alınarak doğu-batı, ileri-geri, az gelişmiş-çok gelişmiş vb. dikotomileri ön doğru olarak kabul edilmiş varsayacağız. Bununla birlikte şunu da ifade etmek gerekir ki hâlihazırdaki, güçlü ve üstün olan tarafta konuşmak ve yorum yapmak çok avantajlı görünebilir. Örneğin rayiç olan kapitalizmi esas alıp, buna ayak uyduramadığı gerekçesiyle doğu sermayelerini eleştirmek, Batılıları Doğu'nun uygarlaştırıcıları ve terbiye edicileri olarak sunmak meseleye avantajlı yerden bakmaktır. Avrupa merkezci, modernleşmeci, tek kutuplu dünya perspektifinden meselelere bakmak da, savunmacı yaklaşım olarak nitelenen zayıf tarafın görüşünden farklı değildir. Öyleyse burada daha üst bir ilke üzerinden meselenin tartışılması gerekir.
Reeli, hâlihazırı, eldekini son çare olarak görmek, bir anlamda iddiadan vazgeçmek demektir. Örneğin ekonomik alanda tek çareyi "kapitalist sisteme ayak uydurmak"ta aramak böyle bir şeydir. Bununla birlikte reel durumu ciddiye almamak pervanelere yürüyen Donkişotların durumu gibi olur. Reel durum, inanç, ahlak ve medeniyet tasavvurumuza uygun olmadığı halde, baskınlığı sebebiyle onu son nokta görüp ideali feda etmek doğru bir yaklaşım olmasa gerektir. Burada içeriği ile ilgili tartışmaları bir kenara bırakarak merhum Necmettin Erbakan'ın "Adil Düzen" iddia ve ideali hatırlanabilir.
Bir diğer mesele ise şudur: İslam iktisadı çalışmaları, miadını doldurmuş iktisadi kurumları geri getirme çabası mıdır? Kurumsal açıdan basit yapılardan kompleks yapılara geçişte İslam dünyasında bir gecikme yaşandığı doğrudur. Ancak dünyada kapital siteme karşı İslam bankacılığı ve mudarebe vb. farklı sistemleriyle alternatif tek iddia İslam iktisadı gibi durmaktadır. Küresel sermayede payı henüz %1'e ulaşmamış olsa da idealine doğru yol alması bakımından ümit vericidir. Ayrıca kapital sistemin büyüklüğü, onun ideal ve mükemmel bir sistem olduğu anlamına da gelmemektedir. Bu konuda dünya ekonomisinin onyıllar civarında yaşadığı krizler görmezlikten gelinemez. Tarihteki kurumsal yapılardan işlevleri devam edenlerin update edilmesi mümkün olduğu gibi, İslam hukuku yeni adil iktisadi kurumsal yapılara muhalif değildir. Burada temel kriz kredi ve faiz meselesidir.
Bir diğer problem ise "İslami olan nedir?" sorusuna nasıl cevap verileceğidir. Tarihi süreçte İslam hukukunun İslam'ın özünden saptığı teziyle, öze yani naslara dönme çağrısıyla sorunlar çözülebilir mi? Tarihi süreçte İslam dünyasında kurulan kurumsal yapıları inkâr edip, bir anlamda tarihi süreçteki iktisadi kurumları İslam'dan sapma ya da İslam'ın özünden ayrı ama ona ilişkin Müslüman çözümler olarak görmek çare midir? Bu düşünce Müslümanları şöyle yanıltıcı bir söyleme götürmüştür: "Aslında İslam ticareti teşvik eder; kapitale karşı değildir; vb…" Bu tarz yaklaşımlar kendi tarihinden korkma ve şüphelenmeyi içermenin yanında aynı zamanda bir anakronizm doğurmaktadır.
Dini, bir pranga olarak gören yorumlar, iktisattaki ahlaki yönü ihmal eden yaklaşımlardır. Burada temel ayrım, bir Müslümanın eşyaya, mülke bir kapitalist gibi bakamaması, Müslümanın mülkiyet tasavvurunun kapitalistinkinden farklı olmasıdır. Ayrıca kapitalist sermaye karşısından İslam'ın son temsilcisi Osmanlı'nın kuruluş ilkeleri de acımasız kapitalist düşünceye geçişe aykırıydı. Bu tıpkı şuna benzemektedir: Son Mısır Memlük sultanı Tomanbay (ö. 923/1517), Mısır'ın Osmanlılar tarafından alınmasının ardından yakalanıp Yavuz Sultan Selim'in huzuruna getirilmişti. Yavuz onu bir hükümdar gibi karşıladı. Bu esnada Tomanbay'ın oldukça sinirli ve gururlu şekilde Yavuz'a karşılık verdiği ve Osmanlı ordusunu insanlara karşı ateşli silah kullanmak suretiyle sünneti terk etmekle suçladığı söylenir. Hatta kendileri böyle bir yöntemi kullanmayı sünnet bakımından meşru görselerdi, Osmanlının asla onları yenemeyeceğini söylediği rivayet edilir. Buradaki temel mesele, memlüklerin ateşli silahları savaşta insana karşı kullanmak şöyle dursun, avda hayvanlara karşı kullanmayı bile sünnete aykırı sayma ilkeleridir. Yani bir anlamda memlükler, kuruluş ilkelerine muhalefet etmek, kendilerini inkâr anlamına geleceği için, bu yöntemi kullanmayarak çağın gelişimi karşısında geri kalmış ve Osmanlı'nın batılılarla savaşırken öğrendiği yeni savaş taktikleri karşısında kaybetmişti. Elbette bu kaybediş, onurlu bir kaybediş olmuştur. İşte tıpkı bunun gibi, bu olaydan yaklaşık 400 yıl sonra Osmanlılar, kuruluş ilkelerine karşı bir iktisadi yöntem olan özel mülkiyetin kuşatıcı bir şekilde ortaya çıkması ve kendi tebaası arasında acımasız ve ezici rekabet düşüncesini savunan kapitalist düşünceyi benimseyememeleri sebebiyle yeni durumun gerisinde kalmışlardır. Çünkü böyle bir sistemi kabul etmek, Osmanlı için kendini inkâr etmek anlamına gelecekti. Osmanlı iktisat düşüncesi devlet merkezli ve tebaanın maslahatını koruma temel ilkesine bağlı olup, tebaayı birbirine kırdırma tarzında bir ekonomik düzene geçemezdi. Burada kapital sermayenin hegemonyasını kurarken, düşman gördüğü devlet ve milletler bir yana, kendi milletlerindeki sömürdükleri ve yok ettikleri hayatların sayısı hiç de azımsanmayacak derecededir.
Burada değerli bilim adamı Mehmet Genç'in anlattığı trajikomik bir fıkrayı dile getirebiliriz: Bir otoyolda 180 km. hız tahdidi var. Kuralları ihlal edenlere yetişip onları yakalamak üzere 200 km. hızla gidebilen motosikletli görevliler koymuşlar. Onlara göre bir araç en fazla bu hızla gidebilmektedir. Bir gün bunların yanında 350 km ile gidebilen bir gencin kullandığı bir araç geçmiş. Motosikletli görevli hemen peşinden takip edip, sağa çekip inmesini söylemiş. Bu esna da o kişi turbo motora geçerek fişek gibi ileri atılınca, görevli bir zaman sonra gözlerini hastanede açmış. N'oldu? diye sormuşlar. O da 180 km. hızla giderken birden durdum ve ben motosikletten indim, demiş. Kıssadan hisse, Osmanlı aslında ekonomik anlamda durmuş değildi; ancak Batı'da öyle bir şey oldu ki baş döndürücü bir hızla ilerleyen bir ekonomik yapı ortaya çıktı ve Osmanlı buna ayak uyduramadı.
Hiç kuşkusuz İslam dünyasının geri kalmasını sadece sömürgecilik ile açıklamak ne kadar eksik bir bakış ise sömürgeciliğin başta İslam dünyası olmak üzere tüm doğuyu, Afrika'yı, hatta eski Amerika kıtasını sömürmesini görmezden gelmek de oldukça tarafgir bir değerlendirmedir.
Bütün bunlarla birlikte reel durumu göz önüne aldığımızda Ortadoğu'nun, teknoloji ve örgütsel kapasite bakımından geri kaldığını, seri üretim açısından teknik donanımdan yoksun olduğunu kabul etmek gerekir. Ayrıca klasik devlet ve toplum düzenindeki kamusal alana dayalı ekonomik yapının, modern dönemde değiştiğinin ve özel ekonomik faaliyete dönüştüğünün de farkında olmak gerekir. Bu bağlamda Osmanlı ekonomisinin uzun tarih aralığındaki başarısını kamu/devlet merkezli ekonomik yapıya dayalı olarak gerçekleşmiş olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Kapital sermayenin devlet/kamu'dan bağımsız geliştiği iddiası da tartışmalıdır. Küresel sermayenin oluşumunun arkasındaki İngiliz-Yahudi sermayesi, siyasi bağlamdan ayrı düşünülemez. [Bu yazı şu kitabı kendine eleştirel muhatap olarak almıştır: Timur Kuran, Yollar Ayrılırken – Ortadoğu'nun Geri Kalma Sürecinde İslam Hukukunun Rolü, çev. Nurettin Elhüseyni, İstanbul: Yapı Kredi yayınları, 2018].