İnsan hakları modern dönemin bir kavramıdır. İnsan hakları teorisinin nazari anlamda klasik İslam bilimlerinde nelere tekabül ettiği gözden kaçırılmaktadır. Modern insan hakları düşüncesini dini metin (nass) merkezli olarak tikel ayet ve hadisler üzerinden meşrulaştırmayı benimseyen çağdaş İslam düşüncesi bu tikelci yaklaşımla her konuda olduğu gibi insan hakları konusunda da kayda değer bir şeyler söyleyememektedir. Önerimiz insan hakları vb. diğer modern kavramların klasik dönemde karşılık geldikleri teorik çerçevelerini bulup ona göre İslam düşüncesi içerisindeki yerini tespit ederek yol almaktır. Temelde bu konudaki yaklaşımı insan tasavvuru, eşyaya bakış açısı ve Allah-insan ilişkisine yönelik tutumlar belirleyici olur. Unutulmamalıdır ki insan hakları meselesi tek bir veçhesi bulunan bir konu değildir. İnsan haklarını sadece hukuk, sadece sosyoloji, sadece psikoloji veya sadece toplum ve tarih merkezli okumak doğru olmadığı gibi, İslam düşüncesi bakımından da sadece fıkıh, sadece kelam veya sadece tasavvuf merkezli okumak doğru sonuçlar vermeyecektir. Bunun aksine her bir bilim dalının katkı sağlayacağı interdisipliner bir yaklaşım benimsemek isabetli olacaktır. Bu yazıda mesele sosyolojik tahlillerden ziyade metodolojik perspektiften ele alınacaktır. Dolayısıyla İslami ilimlerin metodolojik üç temel bilim dalı çerçevesinde insan haklarının teorik çerçevesi araştırılacaktır.
Fıkıh yöntembiliminde insana bakış çerçevesinde insan haklarının teorik noktasına fıkhın kurucusu tarafından yapılan tanımla başlayabiliriz. Ebu Hanife'ye göre fıkıh "kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesi" olarak tanımlanır. Sadece hakları verip sorumluluktan azade bir teori zulüm içereceği gibi, sadece sorumlulukları yükleyip hakları vermeyen bir yaklaşım da zulüm doğuracaktır. Dolayısıyla insan hakları, sorumluluklarla birlikte anlam kazanabilir. Sorumluluktan yalıtılmış bir insan hakları teorisi ahlaki çözülmeye, kişiyi sosyal hayattan tecride ve sosyal uyumsuzluğa götürecektir. Öncelikle fıkıh, kurucu tanımında olduğu üzere hak ve sorumluluk dengesini esas almaktadır. Fıkhın içinde insan haklarını iki açıdan aramak gerekir. Bunlardan ilki insana bakışı, ikincisi ise adalet düşüncesidir. Fıkhı, hem teorik, hem tarihsel olarak salt hukuk veya salt teklif olarak okumak isabetli bir bakış açısı değildir. Bütün bunlarla birlikte fıkıh metafizik imaları her zaman taşımaya devam etmiştir. Fıkhı diğer hukuk sistemlerinden ayıran en temel vasıflardan biri de bu yönüdür. Muhtemelen Ebu Hanife'nin fark ettiği şey, iyi, doğru ve güzelin diğer toplumlarda da var olabildiğiydi. Dolayısıyla bunları akıl tartışmaları çerçevesinde İslami perspektifle evrensel değerlere taşımak gerekmekteydi. Fıkıh tarihi süreçte bunu başararak hayatiyetini devam ettirebilmiştir.
Fıkıh ilminde insan üzerine tahliller genelde fıkıh usulü alanındaki yükümlülük bahsindeki bireysel sorumluluk kuramı çerçevesinde ele alınır. Burada yükümlülüğün meşruiyeti izah edilirken metafizik temeli gündeme alınarak varlık anlayışını da dikkate alan bir açıklama getirilir. Buna göre ilk sözleşme, Yaratıcı'nın insanı muhatap aldığını beyan ettiği ahittir. Bu da Kur'ân'daki "İlk Ahit"e (Araf, 172) dayanır. Fıkıh usulünde hitabın sonucu olan sorumluluk bir emanet olarak görülür. Bu emanet insana verilen akıl ve sorumluluğa bağlanmıştır. Dolayısıyla özgürlük, dokunulmazlık ve mülkiyet haklarının tamamı bu akıl ve sorumluluğa dayanır. Hatta Hanefî usûlcülere göre insanı diğer canlılardan ayıran sadece akıl olmayıp aynı zamanda sorumluluk (zimmet) sahibi yani hak ve vazifelere ehil olmasıdır.
Bu izah insanın bireysel olarak Allah'ın hitabına muhatap olması bakımından böyledir. Bireyci Batı insan hakları teorisinin aksine fıkhın toplumsal yönü de bulunmaktadır. Klasik füru fıkıh eserlerinin insan hayatını önceleyen ve insana ve varlığa ilişkin bakış açısını yansıtan fıkıh sistematiği özgün bir karaktere sahiptir. Nitekim kurucusu Ebu Hanife fıkhın konularını tertip ederken, öncelikle Allah'a karşı sorumlulukları (ibadetler: Temizlik, Namaz, Oruç, Zekat, Hac), ardından diğer insanlarla yakın ve uzak münasebetleri (aile/yakın ilişkiler; genel muamelat/uzak ilişkiler), birey ve topluma karşı sorumlulukları (suçlar ve cezalar) ve insan hayatının sona ermesinin ardından yapılacak işlemleri (vasiyet ve miras) nazar-ı itibara almıştır. Fıkhın ayrıca dünyada sosyal nizamı tesis etmek ve sosyal güveni (el-emân) karşılamak amacına yönelik bir yönteminin (usûlü'l-fıkh) olduğu unutulmamalıdır. Bütün bu konu ve enstrümanlarıyla fıkıh, vazgeçilmez bir değer olarak adaleti gerçekleştirmeyi hedeflemektedir.
İslam hukuk felsefesi bağlamında insan haklarına baktığımızda ise birkaç açıdan yansımayla karşılaşırız. Burada iki örnek vererek yetineceğiz. Bunlardan ilki insan hakları ve ihtiyaçları bağlamında İslam hukuk felsefesinin teorik izahıdır. Şöyle ki, İslam geleneğinde Allah Teâlâ'nın, insan türüne olan özel inayetinin bir sonucu olarak, sosyal ihtiyaçlarını nasıl karşılayabileceğini fıtri bir ilhamla onlara öğretmiş olduğu kabul edilir. İnsana yapılan ilham, üstün varlık olması sebebiyle, diğer canlılara yapılandan farklı sayılır. İnsanın davranışları yeme içmede olduğu gibi tabii saikler sonucu olabileceği gibi, şehirde düzenli bir hayat yaşamanın faydalı olduğunu düşünmede olduğu gibi re'y-i kullî sonucu da olabilir. Ayrıca insan ihtiyaçlarının tatmini yanında zarafet ve güzellikte arar. İnsan ihtiyaçları giderme yollarını taklit yoluyla öğrenebileceği gibi keşfederek de öğrenilebilir. Allah Teâlâ yüce kitabında ihtiyaçların esaslarını ve onları giderme yollarını kullarına ilham ettiğini beyan etmiştir. Kur'an'ın getirdiği teklif, insanın tüm ihtiyaçlarını ve onların giderilme yollarını kapsamaktadır. Cenab-ı Allah peygamberlik müessesi aracılığı ile bütün insanların ihtiyaçlarının giderilmesi önündeki zorlukların kaldırılmasını amaçlamıştır.
İnsanın biyolojik isteklerini giderme ihtiyacı ve bu ihtiyaçların elde edilme yollarının bulunması, bazı sosyal kurum ve kuruluşların keşfini sağlamıştır. Mesela, insanın cinsel arzu ve istekleri onun aile kurumunu keşfini sağlamıştır. Bunun sonucunda insanoğlu birbirine ihtiyacı olduğunu anlamış ve ortak hareket etmenin gereğini keşfetmiştir. İnsanların birlikte yaşamaları ise, bir tertip ve düzeni gerektirmektedir. İşte hukuk burada ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucu olarak insanın, başta yaratıcısına olmak üzere, kendisine, ailesine, çevresine, topluma ve genel manada tüm insanlığa karşı bazı görev ve sorumlulukları olduğu ortaya çıkar. Böylece hukukun temeli olan, birey-toplum ilişkisine ışık tutulmuş olmaktadır. İnsan hakları bu alandaki bir denge ile korunmuş olur. Dinin amacının da insanlara ihtiyaçlarını giderme yollarını öğretmek, onların huzurlu ve mutlu yaşamalarını sağlamak olduğu düşünüldüğünde bu mutluluğa ulaşmanın ise gerekli araç ve şartların oluşturulmasına dayandığı görülmektedir. İnsan mutluluğa ancak dengeli olursa ulaşabilir. O denge de fıtrat'tır.
İslam hukuk felsefesinde yer alan ikinci bir teorik çerçeve ise makâsıd teorisi çerçevesinde insan haklarının konumudur. Makâsıd, küllî bir bakışla dinin (İslâm'ın) temel gayelerini tespit ederek onlara yönelik tehditleri kaldırmak üzere konulan önlemleri beyan etmeyi amaçlayan bir teori olmuştur. İslâm'ın korumayı öngördüğü beş temel küllî esas, can (insan), din, akıl, nesil ve mal olarak tespit edilmiştir. Bunlar çoğunlukla kişi dokunulmazlığı ile ilgilidir. Avrupa İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde belirtilen "Hiç kimse özel hayatı, ailesi, meskeni veya yazışması hususlarında keyfi karışmalara, şeref ve şöhretine karşı tecavüzlere maruz bırakılamaz. Herkesin bu karışma ve tecavüzlere karşı kanun ile korunmaya hakkı vardır." (md. 12) maddesindeki konulara karşılık gelir.
İslam'ın insan hakları teorisinin sadece yükümlülük temelli olduğu iddiasının aksine İslam düşüncesinin kurucu diğer iki bilim dalı olan kelam ve tasavvuf, konunun metafizik ve ahlaki boyutuna işaret etmektedir. Kelem metodolojisi çerçevesinde insan haklarının teorik temellerine bakıldığında dünyaya yönelik veçhesiyle bu konu din ve vicdan hürriyeti çerçevesinde ele alınır. Daha da temelde meselenin metafizik boyutu insanın fiillerinde özgür olup olmadığı tartışmasına dayanır. Bu konuda detaya girmeden ehlisünnet Mâtürîdî inanç esasının kelam yöntemine dayalı olarak ortaya koyduğu sonucu zikretmekle yetineceğiz. Mâtürîdîliğe göre insan, Allah'ın hikmeti gereği kendisine tanıdığı cüzî irade ile fiillerini tercihte hürdür. Kelam ilminin temel konularından husün ve kubuh (fiillerdeki güzellik ve çirkinlik) ile ilgili tartışmaların bir parçası olan insan ilişkilerinin teorik çerçevesini izaha yönelik olan bazı kelami teoriler modern insan hakları düşüncesine de bir çerçeve olarak görülebilir. İnsan ilişkilerinin ortaya çıkışı ve dinle irtibatı konusunda kelamcılar tarafından insana bakış açıları bakımından geliştirilen teorilerin yeniden yorumlanması ve güncellenmesi gerekmektedir. Bu tarz konuların problem edindiği temel sorun insanın fiillerinin tanrı karşısındaki konumudur. Yani fiillerde özgürlük ve irade sorunlarıdır. Metafizik boyutu olan bu tip teoriler insana yüklenen anlamı göstermesi bakımından son derece önemlidir.
İrfanî yaklaşımın ve tasavvuf geleneğinin sevgi/muhabbet merkezli insan tasavvuru insan haklarının pratiğe yansıması ve içselleştirilmesi bakımından son derece önemlidir. Bu yaklaşımın temelinde ise derin bir ahlak düşüncesi yatmaktadır. İnsanın fıtratında yer alan iyilik ve kötülük meyillerini kabul edip, iyinin hâkim kılınması ve kötüyle mücadele bağlamında üstün tecrübeleri içeren tasavvuf öğretisi insanların birbirlerinin haklarına saygı duyması yönünde pratiğe yönelik oldukça katkı sağlayacak tecrübe ve argümanlara sahiptir. Nitekim İslam geleneğinde varlık, vasıftan üstün sayılmıştır. Yani varlığın üstünlüğü, vasıfların üstünlüğünün de üzerindedir. Bir anlamda varlık, niteliğin önündedir. Temel üstünlük var olmak; yani mevcudatta insan olmaktır. İslam geleneğinde insan varlık bakımından diğer canlılardan üstündür; ama insan, insandan insan olmak bakımından üstün değildir. Ancak taşıdığı vasıflarıyla mesela taşıdığı erdem, ahlak vb. değerlerle üstün olabilir. İslam irfan geleneğinde iyi vasıflar lütuf kabul edilmiştir. Bunlar birer "hal"dir; dolayısıyla değişkendir. Mesela takva bir lütuftur, ama haldir, değişebilir. Nitekim mümin takvası ile övünse o hal artık kendisinde bulunmaz. Bunun aksine Yahudi, Yahudiliği bir kimlik kabul eder ve üstünlüğü ona bağlar. Bir Yahudi diğer insanlardan hiçbir vasfa gerek kalmadan varlık bakımından üstün sayılır. Netice itibariyle irfan ve tasavvuf geleneği gerek gönle hitap etmesi ve gerekse sanatsal veçhesiyle insanda kalb-i selim ve zevk-i selim'in gelişmesinde önemli katkılar sunar. Bu seviyedeki bir insan tasavvurunun insan haklarının pratik yansımasında son derece olumlu ve seviyeli ilişkileri doğuracağı şüphesizdir. İnsanın hürriyeti meselesi kelam ilminde teorik anlamda tartışıldığı gibi tasavvuf ilminde de tartışılır. Tasavvuf nihai emirde özgürlüğün Allah'a kullukta (ubudiyet) gerçekleştiğini teorik olarak benimser. Nitekim ehlisünnet düşünceye göre hayatı ve bütün nimetleri lütfeden Cenab-ı Allah'tır.
Kaynakça
Murat Şimşek, "İslam'da İnsan Haklarının Teorik Zemini Var Mıdır?-İslam Düşüncesinde Reel-İdeal Gerilimi Arasında İnsan Hakları Teoremi-", İnsan Haklarını Yeniden Düşünmek Uluslararası Sempozyum, Tam Metin Bildiri, İstanbul, 2019, s. 707-728.
Murat Şimşek, "İslam Hukuk Felsefesi Açısından Şah veliyullah Dihlevî'de İrtifâk (Sosyo-Ekonomik Gelişim Aşamaları) Teorisi", İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, 2010, sayı: 15.
Ekrem Demirli, İslam Düşüncesi Üzerine, Sufi Kitap, 2016.
https://www.ekremdemirli.com/roportajlar/ozgurlk-nefsin-arzularina-kars-durabilmektir
Asım Cüneyd Köksal, "Sorumluluğun Fıkhî Temelleri", Sabah Ülkesi, sy. 50, 2017, s. 44-47.
İhsan Fazlıoğlu, Fuzulî Ne Demek İstedi?, İstanbul: Papersense, 2014, s. 48, 59, 69.
Doç. Dr. Murat Şimşek