Arama

Mustafa Özcan
Ağustos 20, 2018
Çifte etkisizleştirme politikası

Bernard Lewis yakın gelecekte bölgede İran'ın yerini Türkiye'nin alacağı kehanetinde bulunmuştu. Acaba o günler gelip çattı mı? Trump, Bernard Lewis'in siyasi vasiyetini mi uyguluyor, yerine getiriyor? Ağustos sıcaklarıyla birlikte Trump yönetimi hem İran hem de Türkiye'ye sudan sebeplerle yaptırımlar uygulamaya başladı. 2015 yılında İran'la varılan nükleer anlaşmanın altından çekildi ve çekilmekle kalmadı İran'a yaptırım rejimi ilan etti. İki paketten oluşuyor. Birincisi Ağustos 2018 tarihinde yürürlüğe girdi, ikincisi ise 4 Kasım tarihini bekliyor. Bu ikinci dalga daha şiddetli. İran kimseye enerji petrol ve petrol ürünleri satamayacak. Dışişleri Bakanı Pompeo İran'dan davranışlarına çeki düzen vermesini, değiştirmesini istese de esasında işin ayağı öyle değil. Bu, rejimi değiştirme hamlesi. Bu çerçevede Amerikan Hariciyesi bünyesinde bir birim oluşturuldu. Buna İran Eylem Grubu diyorlar. Brian Hook başkanlığında oluşturulan bu birimin ilanı, 16 Ağustos yani Başbakan Musaddık'ın devrilmesinin 65'inci yıl dönümüne denk getirildi. Bunun katıksız tesadüf olduğunu söyleseler de inandırıcı değil, üstelik John R. Bolton gibiler katıldıkları Halkın Mücahitleri toplantılarında rejimin gidici olduğu mesajını veriyor; 2019 yılında değişeceğini öngörüyorlar. Bu bir öngörü mü yoksa hazırlık mı? Yaptırım kararları işte bu hazırlığın muayyen aşamalarını temsil ediyor. 2009 yılında Obama, Yeşil eksenli halk hareketlerine destek ve yüz vermedi. Ama şimdi durum başka. Obama ekibinde çok sayıda ehlileşmiş İranlı eski muhalif isim vardı. Trump kabinesi ise İran karşıtı cepheden ve şahinlerden oluşuyor. İran rejimi ile Trump İdaresi arasında kim daha önce gidecek yarışı sahneleniyor. İran'da ise umutsuzluk almış başını gidiyor, yeis katsayısı giderek yükseliyor bu da infial ve galeyanı tetikleyebilir. Özellikle de dışarıda arkalarının sağlam olduğunu düşünürlerse yani desteğin geleceğine inanırlarsa kitleler başkaldırmakta tereddüt etmeyeceklerdir. Trump yönetimi ise İran halkına desteğinin yüzde 100 olduğunu söylemektedir. Durum hiç olmadık kadar ciddi. Muhammed Hatemi İran'ın yüzyılın en dibini gördüğünü söylüyor.

Ağustos ayı itibarıyla da Trump İdaresi İran'a yönelik yaptırımların ilk paketini açıkladı. İlk pakette İran'ın Amerikan para birimi dolara erişimi, ulaşmasının önünün kesilmesi tasarlanıyor. Doları, İran için yasak para birimi haline getirmek istiyor. Bu da kur dalgalanmasına neden oluyor ve İran'ın parası pul haline geliyor. Amerikan İdaresi aynı zamanda Amerikan vatandaşlarına ve şirketlerine İran'la altın ticareti yapmasına da yasak getiriyor. Kıymetli veya değerli madenler meyanında grafit, alüminyum, çelik ve kömür ticari yapılmasını da yasaklıyor. Burada alüminyum ve çelik ticaretine getirilen yasaklama Trump İdaresinin Türk çelik ve alüminyum ürünlerine ek vergi getirmesini de açıklıyor, hatırlatıyor. Bu Trump İdaresinin mizacını gösterdiği kadar aynı zamanda her iki ülkeyi de aynı kefeye koyduğunun bir göstergesi. Türkiye ile İran'a ortak karakterli bir yaptırım uyguluyor. Türkiye ile İran'a yaklaşımda ortak mizacı gösteren hususlardan birisi de Mike Pompeo'nun İran'a yönelik olarak yayınlamış olduğu 12 maddelik planda yer alan bir madde. Bu madde de Brunson meselesini hatırlatıyor. İlgili listenin beşinci maddesi şöyle: İran'da sahte iddialarla tutuklu ya da kayıp olan bütün ABD vatandaşlarının yanı sıra, müttefik ve ortaklarımızın vatandaşları da serbest bırakılmalı. Bu madde Brunson krizine ışık tutuyor. ABD alacağına tilki vereceğine ise kurt. Politika bu. Bu nedenle de Hakan Atilla meselesini gündeme getirmeden ya da Trump'ın açıktan ifadesiyle hiçbir şey vermeden Brunson'ı almak istiyor. Peki neden aynısını İsrail'e de uygulamıyorlar? Nitekim, bir gazeteci Amerikan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Heather Nauert'a şunu soruyor: İsrail Amerikan vatandaşı 20 kişiyi tutukladı. ABD yönetimi niye sessiz kaldı? Son sıralarda İsrail soluna yönelik de tutuklama kampanyaları sürdürülüyor. Netanyahu bu politikalarında Avrupa'yı da arkasına almaya çalışıyor. Heather Nauert sorular karşısında cevapsız kalıyor, karşılık veremiyor. Esasında dünya ülkeleri Amerikalıları şımarttı. Adamların askerleri dünyanın 100 ülkesinden fazla ülkesinde astığı astık kestiği kestik. Kazara cinayet bile işleseler o ülkenin mahkemelerinin Amerikan askerlerini yargılayamaya ihtisası yok. Her ülke de milletvekillerinden daha fazla dokunulmazlığa haizler.

Buna dair Türkiye gazetesinden Prof. Dr. Çağrı Erhan, 'Osmanlı-Amerikan ilişkilerinden bir kesit' başlıklı makalesinde (15.10.2017)ibretlik bir hadiseyi aktarır. Kendi satırlarından olay şöyle gelişmiştir:

"ABD'nin eski Pire Konsolosu Henry M. Canfield ile Osmanlı Ordusu'nda görevli İngiliz asıllı Albay Eugene O'Reilly 1868'de Suriye'de bir isyan hareketine kalkıştılar. Amaçları Mustafa Fazıl Paşa'yı Suriye "Hıdivliğine" getirerek, Mısır Hıdivliğinin mirasçısı yapmak, bunun karşılığında da bölgede bir koloni arazisi elde etmekti.

Canfield ve O'Reilly, Macar asıllı bir ABD vatandaşı olan Albay Alexander Romer'i de aralarına alarak bölgede adam toplamaya başladılar. Hatta 1868 yazında satın aldıkları ABD bandıralı bir gemiyle Suriye kıyılarına silah ve mühimmat taşıdılar. Eylül ayında, 100 silahlı kişiyle Hama yakınlarındaki iki köye saldırdılar. Ama Suriye Valisi Reşit Paşa'nın gönderdiği ordu bu isyancıları ezdi. Aralarında ABD vatandaşlarının da olduğu sağ kalan isyancılar Şam'a götürülüp hapsedildi.

ABD'nin Beyrut Başkonsolosu, Amerikan vatandaşlarının tutuklanmasının, iki ülke arasında 1830'da imzalanan anlaşmanın hükümlerine aykırı olduğu ve Amerikalıların Osmanlı makamlarınca yargılanamayacağı iddiasıyla Suriye Valisi Reşit Paşa'ya bir protesto mektubu yolladı. Söz konusu anlaşma Amerikalılara böyle bir ayrıcalık vermemekte, ancak Amerikalıların Osmanlı mahkemelerinde yargılanmaları sırasında bir tercümanın bulundurulmasını düzenlemekteydi. Bunun üzerine Beyrut Başkonsolosluğu kâtibi Şam'daki sorgulamalara tercüman olarak katıldı. Bu arada, Beyrut Başkonsolosu ABD Dışişleri Bakanı Seward'a arka arkaya mektuplar yollayarak, hapishane şartlarının kötü olduğunu ve ABD vatandaşlarının salıverilmesi için ABD'nin Osmanlı Hükûmeti'ne baskı yapması gerektiğini yazdı. Dahası, konuyla ilgili haberler kasım ayından itibaren ABD gazetelerinde tamamen tek taraflı ve abartılı olarak yer almaya başladı. Washington'dan gelen talimatla harekete geçen İstanbul'daki ABD Elçisi Morris 12 Aralık 1868'de Babıali'ye bir nota vererek, Amerikan vatandaşlarının serbest bırakılmasını istedi. Hariciye Nazırı Safvet Paşa bu talebi reddederken, söz konusu Amerikalılar yargılanmak üzere Şam'dan İstanbul'a nakledildiler.

Washington'un Amerikan vatandaşlarının serbest bırakılması konusundaki ısrarı devam etti. ABD Büyükelçisi nihayet 15 Mart 1868'de Sadrazam Âli Paşa'dan bir randevu alabildi. Görüşmede bir kez daha 1830 Anlaşmasına vurgu yapan ABD Elçisine, anlaşmanın suç işleyen Amerikalıların Osmanlı mahkemelerinde yargılanmayacakları ya da cezalandırılmayacakları gibi bir ayrıcalık tanımadığı hatırlatıldı.

Yine de, ABD elçisinin Sadrazam'la görüşmesinden sadece iki gün sonra ABD vatandaşları Canfield ve Romer, Osmanlı makamlarınca serbest bırakıldılar; derhal bir gemiye bindirilerek sınır dışı edildiler."

Acı ama gerçek.

Bu vesile ile, Türkiye'ye uyguladıkları yaptırımlar daha hafif olsa da İran ile Türkiye'ye yönelik olarak yaklaşım beraberliğine sahip olduklarını gözlüyoruz.

Trump yönetimi bir zamanlar Clinton döneminde İran ile Irak'a yönelik konulan, uygulanan çifte özümseme veya etkisizleştirme (Dual Containment) politikasını adeta şimdi bugünlerde bize karşı tekrarlıyor. Bu kez çifte etkisizleştirme politikasının yönü İran ile Türkiye'ye doğru. Clinton, 1998 yılında Irak'a askeri bir harekat düzenlemek istemişse de Demirel hükümeti buna mani olmuş, yanaşmamıştır. Clinton'ın çifte etkisizleştirme politikasını halefi George Walker Bush sıcak işgale çevirmiştir.

'Sakar Şakir' gibi önüne gelene, herkese toslayan Trump bu sefer de hem İran rejimi hem de Türkiye'deki iktidarı devirmek istiyor. Her iki tarafı da ekonomik baskılarla yıldırmak istiyor.

2013 yılında Abdulfettah Sisi tarafından devrilen Muhammed Mürsi'ye operasyon yapıldığı sıralarda Mısır'da yayınlanan Vefd gazetesi Muhammed Mürsi, Raşid Gannuşi ve Recep Tayyip Erdoğan'ın bir çırpıda üçü bir arada devrilmesi çağrısını gündeme getirmişti. Üçü bir arada olmadı şimdi ikisini bir arada yapmak istiyorlar. Muhammed Mürsi ile Ajax operasyonuyla devrilen Muhammed Musaddık'ın devrilme hikaye ve süreçleri birbirine çok benziyor. Muhammed Musaddık da şişirilmiş kitle ve bindirilmiş kıtalarla birlikte devrilmişti. 30 Haziran 2013 tarihinde bir benzeri de Tahrir gösterileriyle sahnelendi, vizyona sokuldu ve bu suretle Muhammed Mürsi de devrildi. Patrona Halil tarzı tertip bir Temerrüt hareketiyle birlikte Muhammed Mürsi'nin de hakkından geldiler. 2013 yılında Erdoğan ile Gannuşi'yi Muhammed Mürsi'nin yanına katamayan karşı devrimci güçler şimdi de İran rejimiyle birlikte Türkiye'deki hükümeti sarsmak, yıkmak istiyorlar. Bir taşla iki kuş vurma niyetindeler. Yaptırımlar benzerlik arz ettiği gibi zamanlaması da senkronik duruyor.

Bakalım bahsi kim kazanacak ve kim daha erken havlu atacak? İran rejimi mi yoksa Trump mı?

Not: Okurlarımın bayramlarını tebrik ederim.

Mustafa Özcan

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN