Her milletin bir ötekisi vardır. Bu ötekilere İbranicede goyim, Arapçada Acem ve Latincede barbar denilmektedir. Kendini merkeze yerleştiren her milletin mutlaka ötekisi vardır. Arapların ötekisi Acemlerdir ve Acem yabancı manasına gelmektedir ve bununla evvelemirde yakın yabancı olan Pers ırkı kastedilir. Acemler Arapların ötekisi olmasına rağmen onlar da başkalarını ötekileştirmekte mahir ve ustadırlar. Şehname bu ötekileştirmenin destandır. İranlılarda kendilerinin ari ırktan gelme olduğunu söylerler ve komşu ırkları yerer ve kötülerler. Çinlilerin ötekisi Türkler olduğu gibi aynı zamanda Perslerin ötekisi de Türkler ve Araplardır. Çinliler ve Persler komşu millet olan Türk akınlarından yılmıştır. Bundan dolayı Türkleri uğru ve eşkıya olarak nitelerler. Kendilerini ise Sasanilerden dolayı medeni bir millet kabul ederler. Gayrılarını ise barbar olarak görürler. İranlılara göre Araplar ve Türkler barbardırlar. Romalıların Amazigh halkını barbar olarak nitelemesi gibi Acemler de komşu ırkları ötekileştirmişlerdir. Tarih ötekilerin ötekileştirdikleriyle doludur. Korona vebası günlerinde de barbarlık veya asillik edebiyatı yeniden hortlamıştır. İranlı bir general İtalyanlarla kendilerinin ari-aryan ırkına mensup olmaları nedeniyle hedef alındığını ileri sürmüştür. Bunlara Hint-Avrupa ırkı da denmektedir. İranlılar korona virüsü ve salgınıyla alakalı olarak aşamalı olarak üç kesimi suçladılar. Şuur altlarında yine Türkler vardı. Sonrasında bermutat Amerikalıları suçladılar. En sonunda Amerikalılar, Fransızlar ile birlik olup Çinlileri suçlayanlar kervanına katıldılar! Vebalı günlerde İran derin hafızasında altlara düşen Türkler yeniden öne çıkmıştır. Zihinlerini yeniden düzenlemişler, sürmüşler ve derinlerde kalan bilgileri korona hummasıyla yeniden yüzeye taşımışlardır. İran'ın resmi haber ajansı IRNA ile Devrim Muhafızlarına yakınlığıyla bilinen Fars News Farsçada yaygın olarak kullanılan Türktazi kelimesini bu münasebetle yeniden tedavüle sokmuşlar ve konvertibl hale getirmişlerdir. Korona virüsün dünyada hızla yayılmasını anlatmak için bu ifadeyi yeniden kinaye olarak raflardan indirmişler ve kullanıma sokmuşlardır. Torktazi ya da Türktazi Türk gibi yağmalayan anlamına gelmektedir.
Korona günlerinde herkes ötekisini yeniden hızla keşfetmeye başladı. Küreselleşme yerini yerelleşmeye bıraktı. Herkes kendi kabuğuna çekildi.
Kemal Sayar bu ezberi bir tweet mesajında güzel özetlemiştir: Frengi (Sifilis) Almanya'da 'Fransız hastalığı' Polonya'da 'Alman hastalığı', Rusya'da 'Polonya hastalığı', bizde 'Frengî', İran'da 'Türk Hastalığı' imiş. Hastalık hep dışarılarda bir yerde, 'kirli' ve tehlikeli sayılana işaret ediyor.
Korona virüsünde de aynı yol benimsenmiştir. Vurun ötekine, vurun abalıya!
Türkler kinaye düzeyinde kalırken aheste aheste Çin hedefe oturmaktadır. İşe komplo yönüyle bakacak olursanız son sıralarda parmaklar Çin'i göstermektedir. Özellikle de Trump ticari rakibi olarak gördüğü ve hızına yetişemediği Çin'i gözüne kestirmekte ve korona virüsünü Çin virüsü olarak nitelendirmektedir. Burada bir tartışmalı bir de tartışmasız husus vardır. Tartışmasız husus bu virüsün Çin'den geldiğidir. Kaynağının Çin olduğudur. Tartışmalı husus ise bunda kasıt olup olmadığı meselesidir. En azından bir kısım insanlar taksirden bahsediyorlar. Turmp'ın nokta-i nazarına bakacak olursanız burada bir kasıt bir de taksir vardır. Çin ile Dünya Sağlık Örgütü kasıtta veya komploda ortaktır ya da daha hafifinden Dünya Sağlık Örgütü taksirlidir. Koronadan canı yanan ve Kissinger gibilerinin ifadesiyle korona sonrası günlerde küresel bazda ülkesinin gelişmişlik seviyesinin üçüncü veya dördüncü sıraya gerilemesi beklenen ülkenin başkanı olarak Trump, Çin karşısında hop oturup hop kalkıyor ve burnundan soluyor.
11 Eylül sonrasında da yapılan analizlerde durumun rutin gitmesi halinde ABD'nin Brezilya gibi ülkelerin seviyesine gerileyeceği öngörülmüştür. Bunun üzerine alarm zilleri çalmış ve 11 Eylül hamlesinin geldiği ileri sürülmüştür.
Sadece İran'ın değil günümüzde ve geçmişte Batılıların ötekisi veya Barbarı yine Türklerdir. İslamiyetin cengaverleri olan Türkler Batı'nın amansız hasmı sayılmışlardır. Maalesef günümüzde aynı hendekte olmamız gerektiği varsayılan kimi Araplar da bizi İranlılar gibi ötekileştirmeye çalışıyor. Muhammed Bin Selman ile Muhammed Bin Zayed bu hususta başı çekmektedirler. Batı'da düşman figür olarak Türk kafası meşhur olmuş ve Batılılar,Türklere yönelik kafatasçılık yapmak istemişlerdir. İngiltere'de 'The Turks Head ' olarak bilinen ifadenin benzerleri İspanya ile Fransa gibi ülkelerde de yayılmıştır. Fransızlar genellikle "La Tete Turque" deyimini kafası boş, mankafa anlamında kullanırlar.
Maalesef Araplarda da böyle bir algı doğmuş ve 'Türk kafası için ' el muh et türki en naşif' yani kuru, işlemeyen ve mankafa deyimi kullanılmıştır. Bu ifade Araplara batı literatüründen mi geçmiştir ? Demek orada burada kümelenen ortak Türk düşmanları bu ifadeyi Batı'dan doğuya taşımışlardır. Sultan Abdulaziz'in Batı seferi Batı'ya ilk barış seferi olmakla kalmayıp bazı yerleşik geleneklere de fiske vurmuştur. Türk kafasıyla da gündeme gelen ziyaretle ilgili şu tarihi anekdot anlatılmıştır:
Sultan Abdülaziz Han ve beraberinde bir heyet 1867 yıllarında Paris'te yeni icat edilmiş makinelerin ve aletlerin görücüye çıktığı sergiyi gezmektedirler.
Sultan Abdülaziz ve heyet bayağı dolandıktan sonra çember şeklinde bir cetvel ve önünde asılı kadife bez kaplı bir toptan meydana gelen makinenin önünde durur. Bu makine, günümüz parklarında ve birçok yerde de görülen, topa atılan yumrukla kol kuvvetinin ölçüldüğü ilkel bir makinedir. Yani bizim boks makinesi ya da yumruk makinesi dediğimiz bir makine. Sultan Abdülaziz makinenin yanındaki yetkiliye, bu makinenin adı nedir? diye sorar. Kısa süren bir kararsızlığın ardından bir Fransız yetkili yutkunarak cevap verir:
-Tete Turkue…
Mevsim yaz olmasına yazdır ama ortalıkta buz gibi bir hava esmektedir. Fransız mucit, "Türk Kafası" adını verdiği makinenin önünde Osmanlı Padişahının duracağını nereden bilsin ki? Demek Avrupa için Türklerin kafası yumruk atmaya yarıyordu. Kısa bir sessizlik oluştu. Sessizliği yine Sultan Abdülaziz Han bozdu. Yanındaki Halil Paşa'ya seslendi;
-Halil Paşa, göster bakalım şunlara Türk kolunun nasıl kuvvetli olduğunu.
-Emriniz başım üstüne hünkarım! dedikten sonra ceketini çıkarır ve gömleğinin kollarını güzelce sıvar. Herkes nefesini tutmuş olacakları beklemektedir. Halil Paşa öyle bir yumruk vurur ki, dinamometrenin dağılan yuvarlak ibresi bir Fransız'ın, kopan topu başka bir Fransız'ın, yayları da etrafta toplanan öteki diğer Fransızların ayaklarının dibine düşer. Darmadağın olan makinenin karşısındaki Halil Paşa alaycı bir dille şunları söyler:
-Bu Türk kafası değildir Sultan'ım! Bu olsa olsa, Avrupa kafası olmalı ki bir vuruşta dağıldı…
Batılılar öne çıkan İslam unsurlarına karşı birer kulp bulurlar. Müslümanları kendi içlerinde bölme ve ötekileştirme kampanyasına katılırlar. Şuubilik ve sekterizm damarlarını kaşırlar. İslam'ı zihinlerinde parçalarlar ve bunu Müslümanlara da telkin ederler, dayatırlar.
20'inci yüzyılda İslam'ın yönünü (oryantasyon) tayin etmek, belirlemek ve yön vermek için garp mütefekkirleri ve kafaları ona bir çerçeve çizerler. Milli İslam üretmek. Yani sadece coğrafi olarak Müslümanları bölmekle yetinmezler zihin ve gönül haritalarını da bölmek isterler. Türk İslamı, Acem İslamı, Batı Afrika ve Hind İslamı markalara ayırırlar. Bunun sözcülerinden birisi Gibb'tir ve kaleme aldığı Whither Islam başlıklı eseriyle Müslümanlara istikamet tayin eder. Malik Bin Nebi de Vüchetü'l Alem el İslami kitabıyla bu istikamet belirleme çalışmalarına Müslümanca bir karşılık verir ve bir derkenar düşer.
Batılı düşünürler İslam'a dair markaları veya alt başlıkları doldurmak için işbölümü yaparlar. Bu konularda zaman zaman rekabet halinde oldukları da varsayılabilir. Sözgelimi bizde çok meşhur olan Sigred Hunke Arap İslam anlayışını öne çıkarmak için çalışan isimlerden birisidir. Batı'nın Üzerine Doğan İslam Güneşi gibi çalışmaları vardır ve Roger Garaudy gibi Endülüs'ün Batı üzerine tesirlerini işler. Buna mukabil Pers İslamı denilen markaya ruh üflemeye çalışanlar da vardır. Bunlardan birisi Fransız felsefesi Henri Gorbin'dir. İran düşüncesiyle ilgilenmiş ve onu öne çıkarmaya amade olmuştur. Onun izinden giden Kont de Gobino İran Tarihi adlı eserinde Ari ırktan geldiklerini savunduğu İranlıların bu nedenle düşünce sistematiğinde Araplardan ve öteki Müslümanlardan ileri ve üstün olduklarını ileri sürmüştür. Bundan dolayı tasavvufi düşünce onlarda gelişmiştir. Bu doğru değildir genel olarak tasavvufun ikinci hicri yüzyıldan itibaren geliştiği farz edilir. Demek ki İranlılar henüz bir kesafet ve yoğunluk arz etmeden Araplar yol almış ve tasavvuf dağarcığını işlemiş ve geliştirmişlerdir. Evet şark klasikleri veya tasavvufi düşünce İran'da vüs'at kazanmıştır ama bu coğrafya ile ilgili olduğu kadar ilgili de değildir. Nedeni 1501 yılından itibaren İran'da Safevilerin gölgesinde tasavvufun körelmesidir. Bir daha Şirazlı Sadi kademinde bir adam ortaya çıkmamıştır.. Safevilerle birlikte İran'da sofistike düşüncenin dibine kibrit-kükürt suyu dökülmüştür. Safevilerle birlikte hikmet İran'ın dışına kaymıştır, kaçmıştır. Bu da coğrafi bağlantıyı veya kan bağlantısını reddetmektedir. Yunanlıların felsefe ile anılmaları gibi. Zaten İslam'ın kendisi kan bağına bağlı değildi. Olsaydı evvelemirde bunu Arapların iddia etmesi gerekirdi.
İki not:
1- 'Korona sonrası dünya düzeni' başlıklı yazımızda yer alan 'Güneşin atmosferi kapatmasıyla birlikte güneş huzmeleriyle toprağın teması kesilmiş ve bu kısmi bir buzul çağına yol açmıştır.' İfadesinin doğrusu şöyle olacaktır: Güneş ile yer kabuğu arasına giren zehirli gaz bulutları güneş huzmelerine mani olmuş ve kısmi bir buzul çağına yol açmıştır.
2- 'Neden İbni Teymiyeci değilim?' başlıklı yazımda yer alan 'Selman Avde bu eğilimi Mürcieleşme akımı olarak nitelendirmektedir" cümlesinde Selman Avde ismi sehven yazılmıştır. Doğrusu Sefer el Havali olacaktır.
Mustafa Özcan