Günümüzde dostluk seyreldiği gibi onun semeresi olan tatlı ve diriltici yaran sohbetleri de haliyle azaldı. Dostluk insanı hayata bağlayan, hayatı çekilir kılan bağlardan birisidir. Onun da ötesi kardeşliktir. Bununla birlikte bazen kan kardeşliği mertebesi daha yüksek olsa da hasbi olmadıkça dostluğun yerini tutmuyor, tadını vermiyor.
Bugün Bab-ı Ali'nin son kaybı olan Abdullah Işıklar Beyden bahsetmek istiyorum. Kitabevi bir buluşma yeri, dergah olarak anılan mekanlardan birisi olmuştur. Mesmuat ve duyumlara göre, Bab-ı Ali'nin kalburüstü ve tanınmış simaları burada buluşur ve halleşirlerdi. Bir kısmı Marmara Kıraathanesinin son kuşağı ve kalıntılarından idi. Bab-ı Ali veya Beyaz Saray denildiğinde akla sohbet ortamı ve meclisleriyle bir iki isim ve yayıncı gelirdi; bunlardan birisi Enderun Yayınları ve sahibi İsmail Özdoğan bey diğeri de Abdullah Işıklar ve kitapçı dükkanıdır. Abdullah Işıklar beyin kitabevi Cağaloğlu'nda yer alırdı. Abdullah Işıklar ile İsmail Özdoğan'ın yayınevlerinin müdavimleri arasında ortak isimler de bulunmaktadır. Bunlardan birisi Ali İhsan Yurt olmalı. Bu alaylı ve isami kişilik ilim ve irfanıyla birçoklarını kendisine bende etmiş, ötesinde meftun ve hayran bırakmıştır.
Yurt, 1927 yılında İzmir'in Ödemiş ilçesinin Adagüme köyünde dünyaya gelir. Oysaki kendisini önceden Göynüklü yani Akşemseddin'in diyarından sanıyordum. Zira adeta hayatını, şaheseri 'Akşemseddin ve Beş Eseri' adlı esere adamıştır. Ali İhsan Yurt'u yayın dünyasına kazandıran Akşemseddin hazretleri olmuştur. Suriye ve Mısır'a gitmeden yani çocukluk yaşlarında bu kitabı edinmiş ve esere hayran kalmıştım. Yurt, Akşemseddin kaşifi olarak da anılıyordu. Yüzyılımızda da Bediüzzaman'a özel bir alaka duyuyordu. Bir üçüncü ilgisi ise Anadolu sevgisiydi. İslami açıdan Anadolu'ya özel bir önem atfediyordu. Ben de onun gibi düşünüyorum. Bir zamanlar gördüğüm Göynük-Akşemseddin rüyası da buna delalet etmektedir. Bizim haddimiz olmasa ve layık olmazsak da bu bir dad-ı hak yani tanrı vergisidir. Ali İhsan Yurt beyin bir başka özelliği de devlet tutkusu, sevgisidir. Bazı özel tanıdıklarına 12 Eylül'ün ayak seslerini haber vermiş ve askerin duruma el koyacağını bildirmiş. Bu da çoklarının tanıklık ettiği gibi devletle temas hattında olduğunu gösteriyor.
Usul, erkan ve ecdadımızın İslamiyete halisane hizmetlerinden dolayı ahir zamanda da Cenab-ı Hakkın bu topraklara özel bir misyon biçtiğine inanıyoruz. Nurettin Topçu felsefi zaviyeden Ali İhsan Yurt da irfani bir boyuttan Anadolu'nun saklı İslami anlayışını veya misyonunu nazara vermektedir.
Dest-i gaybın huzmelerine istinaden cihat ve şüheda diyarı olan Cezayir gibi ülkeler de Anadolu'nun uzantısı, devamı olacaktır. Garp ocakları ile Rumeli ocağı el ele vererek şarkın ve dünyanın makus talihini yenecektir. Ahir zaman coğrafyası merkezi olarak Anadolu ile ilintili olsa da geniş bir fezaya yayılmaktadır. Libya, Tunus, Cezayir ve Fas bunlar arasındadır.
Enderun Yayınları sahaf gibiydi daha ziyade eski kitapların satışını yapıyordu. Eski adresinde iken önünde yere serilmiş eski baskı kitaplar satılırdı. Cağaloğlu Yayınlarının bazı kitapları yayınevinin önünde teşhir edilirdi. Hatırladığım kadarıyla Firrdevsi'nin Şahname gibi kitapları da teşhir ediliyor, satılıyordu. Şevket Eygi, Ertuğrul Düzdağ gibi zevat Enderun Yayınevinin sohbet halkalarının müdavimleri arasındaydı. Bilhassa cumartesi günleri sohbet meclisleri kurulur ve yaran burada sohbet eder ve yeni müdavimler de konuşulanları can kulağıyla dinlerdi.
İsmail Beyin kitabevine fazla uğramazdım. Onunla daha ziyade Ebuzziyafe Şevket Demirci beyin ziyafethanesinde karşılaşırdık. Şevket Demirci Beyin müdavimlerinden birisiydi. Sohbet ortamlarının mimarları olan bu zevatın vefatlarıyla birlikte İstanbul'un sohbet ortamları da yetim ve sahipsiz kaldı. Ebuzziyafe Şevket Bey, İsmail Özdoğan bey derken, en son 29 Eylül (2020) tarihinde İstanbul'un son isimsiz veya taçsız postnişinden Abdullah Işıklar bey de öteki dünyaya teşyi edildi. Doğrusu birkaç gün önce yitirdiğimiz Osman Akkuşak ile meslektaş ve hatta mesai arkadaşı olduğunu bilmiyordum. Dedikleri gibi biz kırk kişiyiz birbirimizi biliriz. Abdullah Işıklar 1952 yılında Necip Fazıl ile birlikte meslek hayatına başlarken karşılaştığı insanlardan birisi de Osman Akkuşak olmuştur. Osman Akkuşak da Büyük Doğu'da kültür sanat sayfasında çalışmaktadır. Bir yıl sonra Abdullah Işıklar Yeni Sabah gazetesine geçer ve ardından 1957 yılında haftalık kendi gazetesi olan Fetih gazetesini çıkarır. Yazar kadrosu arasında dönemin ünlüleri arz-ı endam etmektedir. Işıklar o günlerdeki gazete yazar ve okur dayanışmasını şu satırlarla anlatıyor: "
Haftalık gazeteydik, Cuma günleri çıkıyorduk. Hasan Basri Çantay, Ziya Nur, Aldülmümin Çevik yazıyor. Hatta Necip Fazıl cezaevindeyken bir yazı verdi birinci sayfaya onu koyduk. Sezai Karakoç o dönemde Ankara'da memur bize mektupla "Şehrin En Yüce Yerinde" diye bir yazısını gönderdi hemen yayınladık. Haftada beş bin satılıyor, gençler gelip gazeteyi alıp sırtlarında dağıtıyorlardı muuzzam ilgi gördü. O dönemde Kur'an Türkçe verilecek denilmeye başlandı. Biz de hemen 'Kur'an Türkçe basılamaz' diye manşet attık. Kapış kapış satılıyordu. Risaleyi Nur'dan iki sayfa koyuyordum. Sonra Kur'an Türkçe Olamaz yazılarının tamamını bir araya getirip kitaplaştırdık ve onun satışını yaptık böylece yayın ve kitap işine girmiş olduk."
Anlattıklarından anlaşıldığı kadarıyla misyon kendiliğinden gelmiş ve Türkçe Kur'an veya Türkçe ibadet dili meselesi gündeme gelince gazetenin misyonu da kendiliğinden ortaya çıkmış ve taayyün etmiş. Demek ki 28 Şubat öncesinde de bu dalgalar birkaç kez gündeme geliyor. Yaşar Nuri Öztürk, Nusret Demiral, Cemal Kutay gibi isimler açıktan Türkçe Kur'an ve ibadet dili olarak Türkçeyi savunmuşlardır. Sönseler de menfez bulduklarında tekrar ortaya ve yüzeye çıkıyorlar. Abdullah Işıklar'ın Fetih gazetesinde Risale-i Nur'lara da yer vermesi tiraj kaygısını gidermeye matuf olabileceği gibi aynı zamanda Ali İhsan Yurt veya Eşref Edip gibilerinin de telkini olabilir. Elbette bunun dışında ortak cephe anlayışının tezahürü ve dışa vurumu da olabilir. Abdullah Işıklar'ın yazıhanesi bir toplantı meclisidir. Yazar Eşref Edip Fergan, İstanbul Müftüsü ve hadis alimi Bekir Haki Yener, Kadıköy Müftüsü (bilahare İstanbul müftüsü de olmuştur) Ali Fikri Yavuz, Ali İhsan Yurt, Balkan göçmeni ve Tac Hadis Kitabı gibi kitapların mütercimi aynı zamanda Kur'an meali sahibi Bekir Sadak, Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serdengeçti ve Sezai Karakoç bu meclisin müdavimleri arasındadır. Yine ünlü hattatımız Hamit Aytaç, Abdulkadir Geylani gibi zevatın kitaplarının mütercimlerinden Abdulkadir Akçiçek, Erol Güngör ve Ziya Nur Aksun ve Alirıza Sağman yazar ve meclis erbabı nadide zevat arasındadır.
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Bir zamanlar Demirel gibi siyasetçilerin Osman Demirci gibilerine ayartmaları, kanca atmaları gibi muhtelif siyasi partiler yine Erzurumlu olan telifte parmak ısırtan Ömer Nasuhi Bilmen'e de kanca atarlar ve Erzurum milletvekilliği adaylığı için teklif götürürler. Abdullah Işıklar bunun bir hizmet kapısı olabileceğini söyler. Ömer Nasuhi Bilmen ise ona şöyle cevap verir: Oraya gidip de parmak mı indirip kaldıracağız? Milletvekilliğini himmetiyle mütenasip görmez. Bildiği telif yolundan şaşmaz ve Hukuk-i İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu gibi eserleri Türk okurunun ilgisine kazandırır.
AHLAK ABİDELERİ
Bazen keskin tavırlarıyla dikkati çeken Necip Fazıl Kısakürek'e göre, Mehmet Akif daha hafif kaçabilir. Aynı hiddet ve şiddet dilini, halini paylaşmayabilir. Bununla birlikte her ikisi de karakter abidesidir. Necip Fazıl bir gün Abdullah Işıklar Beyin yanına uğrar neyse tepesi atar ve tartışmaya başlarlar. Üstat sinirlenir ve kendine hakim olamayıp çekip gider. Ertesi günü karlı ve tipili bir havada gelir ve kalbini kırdığından dolayı Abdullah Işıklar'ın günlünü alır.
Büyük İstiklal şairi Mehmet Akif Ersoy, bir gün arkadaşlarından Eşref Edip'le öğle yemeğinde buluşmak için sözleşmişlerdir. Eşref Edip Vaniköy'de oturuyordu; kendisi Beylerbeyinde. Öğleden bir saat evvel oraya gidecekti. Sözleştikleri o gün öyle şiddetli bir yağmur vardı ki, her taraf sel oldu.
Eşref Edip, Mehmet Akif'in böyle bir yağmurda gelmeyeceğini düşünmüştü. Bu sebeple hizmetçiye döneceğini söyleyerek, evden çıkıp yakın bir komşuya gitti. Yağmur devam ediyordu. O evden çıktıktan bir süre sonra Mehmet Akif, o yağan şiddetli yağmura rağmen Eşref Edip'in evine gelir ve onun çıktığını öğrenir.
Sırılsıklam bir halde içeri dahi girmeden ''selam söyle'' diyerek yağmura aldırmadan gerisin geri tekrar döner gider.
Eve geldiğinde Akif'in gelmiş olduğunu öğrenen Edip çok üzülür. Ertesi gün hemen Akif'in yanına gidip durumu anlatarak özür dilemek ister ama Mehmet Akif bu olaydan dolayı kırılmıştır. Ve Eşref Edip'e şu unutulmayacak cevabı verir.
— Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir…
Abdullah Işıklar Babı-ı Ali ve Cağaloğlu'nun son ocaklarından birisiydi. Onların hayattan çekilmesini bile beklemeden Bab-ı Ali ve Cağaloğlu da çoktan sönüşe geçmişti. Artık ne mekanlar ne de sahipleri kalmıştı. Hepsi bimekan olmuştu. Geride kalan da-i sıla olmalı. Bu 'da-ı sıla' da kitap ve sohbet hasreti olmalıdır.
Kitap demişken tam hatırlamıyorum ama Şevket Eygi'nin Büyük Gazete namıyla neşrettiği haftalık bir gazete Molla Cami'nin manzum olan Mir'atü'l-Akaid isimli kitabını promosyon olarak vermişti. Büyük Gazete'nin takipçisi olarak ben de edinmiş ve Kitabı veya şık küçük risaleyi çok sevmiştim. Bu kitabı basması için Şevket Eygi'ye Abdullah Işıklar vermiş. İşin detayı ise şöyle: Fetih Sezai Türkmen isimli Tahirül Mevlevi'nin ( Tahir Olgun) talebelerinden birisi Işıklar'a telif haklarının kendisine ait Tahirü'l Mevlevi'nin üç kitabı olduğunu söyler. Bunların yayın hakkını hizmet olsun diye Işıklar'a devretmeyi teklif eder. İşte bunlardan birisi Molla Cami'ye ait Mir'atü Akait tercümesidir.
Abdullah Işıklar'ın elinin değdiği ve bana heyecan veren eserlerden bir diğeri de eski müftülerden Sami Arslan'a ait Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı adlı cep kitabıdır. Kitabın dağıtımını başta bizzat Sami Arslan üstlenmektedir. Sonra Abdullah Işıklar devreye girer; dağıtımını üstlenmeyi teklif eder. Kitap heyecan fırtınasıdır ve bu çifte ilgi kitabı uçurur. Adapazarı'nda Orhan Camii avlusunda kitap ikinci el elbise satan birisi tarafından bağıra çağıra tanıtılır ve dağıtılırdı. Heyecan verici bir kitaptı ve okuyanı muhasebeye çağırıyordu.
Merhum Abdullah Işıkların küçük yayınevi meczupların da durak noktası ve menzilidir. Kısaca ehli sahva ve sahvete meclis olduğu gibi meczubine de ocak ve çatı olmuş. Küçük dükkana karaltıları sığmasa da gönülleri sığmış.
HİTLER VE ALİ BABA!
Abdullah Işıklar Bey Hitler'e dair kısmen meçhul kalan ya da mahrem bir konu olan Ali Baba tablosu meselesini paylaşmış ve bu mesele ete kemiğe bürünmüş kitap diye görünmüştür. Murat Malay isimle yazar bu konunun üzerine gitmiş ve meseleyi bir kitapta toplamıştır (https://www.dunyabulteni.net/napolyon-hitler-ve-mussolini-musluman-miydi-makale,9130.html). Kimileri Süleyman Hilmi Tunahan Efendinin Napolyon ile Hitler'in Müslümanlığına dair kanaatini izhar ettiğini söylüyor. Bununla birlikte Ayşe Hür gibi yazarlar bu kervana Bediüzzaman gibi zevatı da katıyorlar. Mısır'da da benzeri tartışmalar yaşanmaktadır. Sözgelimi Hasan el Benna ve Müslüman Kardeşlerin Hitler ve Mussolini'ye özendiklerine ve içten içe desteklediklerine dair aktarımlar var. Cengiz Özakıncı, İslami kesimlerin Mussolini'yi Musa Nili ismiyle benimsediklerini ve Müslüman olduğuna inandıklarını söylemektedir. Stratejik bir hamle olarak hem Napolyon hem de Hitler Müslümanları yanlarına çekmek istemiştir. Soğuk Savaş sırasında Yeşil Kuşak namıyla ABD'nin yapmak istediği gibi. Napolyon'un Mısır'daki hal ve harekatı ise samimi görünmemiş ve bulunmamıştır. Bununla birlikte, Mısır gibi riyakar bir ortamda Napolyon kendisine uygun bir zemin bulmuştur. Nitekim Amr İbnü'l As'ın Mısır'ı şöyle tasvir ettiği söylenir: Davulla toplanırlar kırbaçla dağılırlar. Bununla birlikte Napolyon'un St Helena Adasında sürgünde bulunduğu sırada tekrar eski meseleleri gözden geçirmiş ve tercihlerini netleştirmiş olabileceği de söylenmektedir. Bununla birlikte Ayşe Hür, Cengiz Özakıncı gibiler nedense itibarsızlaştırmak ve çamur atmak için İslami kesimleri Hitlerci olarak gösterme gayreti ve ötesinde derdindeler. Netanyahu daha da ileri giderek Hitler'in Kudüs Müftüsü El Hac Emin el Hüseyni'den ilham aldığını adeta onun çömezi olduğunu söylemekte. Savaşı Hitler kazanmış olsaydı belki de tezleri ondan yana değişirdi. Ama şimdi esip gürlüyorlar. İzafi olarak Hitler'den yana olmak onun cürümlerine arka çıkmak ve ortak olmak değildir.
Allah cümlemizi dua, safiyet ve samimiyet çizgisinden ve ikliminden ayırmasın!
"gittin emma ki kodun hasretle canı bile, istemem sensiz olan sohbeti yaranı bile."