1981 yılında Edward Said 'Haberlerin Ağında İslam' kitabıyla Batı ve özellikle Amerikan medyasının İslam dünyası karşısında nasıl yanlı olduğuna temas etmiştir. Son günlerde bir haber kanalından aradılar ve neden Batı basınının Azerbaycan cephesine iltifat etmediğini sadece Ermeni cephesine odaklandığını ve savaşı bu cepheden takip ettiğini sordular. Buna çeşitli cevaplar veriliyor.
Batı basını Türk ve Müslüman olan her şeyden nefret ediyor ve aynı tarafta yer almak istemiyor. Kısaca haklı tarafın ortaya çıkmasını istemiyor ve bunun için de haklı cepheye karşı karartma uyguluyor. Adil tanıklıkta bulunmamak için karartma uyguluyor. Ermeni cephesinden yalancı tanıklık yapıyor. Bu kadar basit ve açık.
Doğru aleyhlerinde ise objektif olmak istemiyorlar. Neden Batı basını Azerbaycan cephesinde bulunmuyor? Bu sorunun derin kültürel cevapları bulunuyor. Bu menfaatle de ilgili değil. Mesela ABD ve Mike Pompeo gibi yöneticileri Ermeni sevgisinden İran düşmanlığına vakit bulamıyor ya da unutmuş görünüyor. Hatta bilakis ABD, Ermenistan İran ikilisini üçlüye tamamlıyor. Çin'in Doğu Türkistan karşısında yaptıklarından dolayı İslam dünyasını seferber etmek isteyen ABD Filistin ile Karabağ konularına ise girilmesini istemiyor. Aksine doğru ve haklı taraf belli olmasına rağmen Azerbaycan'ı suçluyor. Hüseyin Bağcı hoca bir televizyon kanalında dünyada siyasi ahlakın bittiğini, kalmadığını söyledi. Batı'nın tarih boyunca İslam dünyasına ya da ötekine karşı bir ahlakı olmamıştır ki kalsın? Hatta pozitivizm ve batılılaşma yanlısı olan kimi İttihatçılar bile Batılılarla temas edince onların gerçek yüzlerini görmüştür. Bu meyanda İttihat ve Terakki'nin Genel Sekreteri Ahmet Rıza Fransızca bir kitap kaleme almıştır. Batı'nın siyasi yüzünün üzerinden perdeyi aralamak ve çekmek istemiştir. Bu kitabın adı Batı'nın Şark Politikalarının Ahlaken İflası'dır. Bu kitapta örnekleriyle batılıların davranışlarına temas etmiş ve siyasi ikiyüzlülüklerini eşelemiştir. Batı 500 yıl önce de aynıdır. 100 yıl önce de aynıdır. Günümüzde de değişmemiştir. Tamamen ahlaksızlığa istinat etmektedir. Hüseyin Kidwai adlı yazar da aynı şekilde Osmanlı karşısında Batılıların çifte standarda dayalı politikalarını irdelemiş ve ikiyüzlülüklerine ayna tutmuştur.
Gerçekten de siyasal bir ahlak var mı? Elbette tarihten bugüne süzülmüş siyasi bir ahlak vardır. Lakin İbni Haldun'un izinden giden Abdurrahman Kevakibi istibdadın yani baskının insanları kişiliksizleştirdiğini ve ahlakını bozduğunu ve onları riya ve nifaka alıştırdığını söylemiştir. İslam dünyasında istibdat Batı'da ise İslam düşmanlığı siyasi ahlakın bozulmasının temel nedenleri arasındadır. Peygamberlerin ve onların peşinden giden salih kimselerin idaresi ise ahlaka dayanır. Yenilme pahasına bile olsa ahlak ve umdelerinden sapmazlar, ayrılmazlar. Sözgelimi Hazreti Ali bir mübarezede hasmına galebe çalar ve lakin adam Hazreti Ali'nin yüzüne tükürür. Bunun üzerine Hazreti Ali hasmının üzerinden kalkar ve onu öldürmekten vazgeçer. Hasmı şaşırır ve nedenini merak eder. 'Nefsimin hesabı işin içine karışacaktı' buyurur. Bu da bir değerin küllenmesine neden olacaktır. Savaş ahlakını bayağılaştıracaktır. Yani meseleyi şahsileştirmekten kaçınır. Zira mesele özünde şahsi değildir aksine ulvi bir dava ile şirk arasında bir mücadelenin ve mübarezenin enstantanesidir ve dolayısıyla nefsine uyarak ulvi değerler üzerine kurulu mücadelenin süfli bir mücadeleye dönüşmesine izin vermemiştir.
Siyasi ahlakla ilgili olarak veciz bir söz ise Aliya İzzetbegoviç'e aittir. "Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir." Aliya burada savaşı değerler üzerinden tanımlamaktadır. Ebedi ve ulvi değerlere dayanan ve ondan beslenen siyaset de ulvidir. Düşman da olsa ona karşı belirli bir standardın gözetilmesi gerekir. Aksi halde orman kanunu geçerli olur ve zulüm çarkı dönmeye devam eder. Bugün olduğu gibi. Savaşa katılmayan kadınlara ve çocuklara ve din adamlarına ilişilmeyeceği gibi zinhar savaş gerekleri arasında olmadıkça yanık topraklar siyaseti de güdülmez. Yani çevreye ve tabiata zarar vermekten kaçınılır. Bu ilkeleri uygulamak ve ayağa düşürmemek için gerekirse feragatı nefsde bulunmak ve canı feda etmek gerekir. Demek ki savaş ilkeler uğruna yapıldığında, ilkeler gözetildiğinde zulüm olmaz. Ama araya nefsin hesabı veya zümre hesabı girince zulüm kaçınılmaz olur. İslam dünyası peygamber siyasetini veya onların peşinden giden muakkiplerin siyasetini terk ettiğinde siyasi ahlakı da bozulmuştur, Hakkaniyet yerine zümre asabiyeti hakim olmuştur.
Günümüzde siyaset tamamen ahlaktan kopmuştur. Siyaset ile ahlak bir arada da anılmamaktadır. Ayrı vadilerde gezinmektedirler. Siyaset ile ahlak anıldığında Prens'in yazarı Niccolò Machiavelli yani entrika akla gelmektedir. Zira günümüzde siyasetin doğası entrika üzerinden yürümekte ve şekillenmektedir.
Günümüzde siyasal ahlak denilince ilk akla gelen isimlerden birisi Muhammed Muhtar eş Şankiti'dir. Siyasi ahlak dersleri vermekte ve okutmaktadır.
Son günlerde siyaset ile ahlaka dair iki zıt örnek gündeme gelmiştir. Bunlardan birisi Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern'in ikinci kez seçimleri kazanmasından sonraki beyanatlarıdır. Onun kazanması ahlakın kazanması olmuştur. Ardern sandığın her şey olmadığını söylemiştir. Siyasi zafer insanlığımızın ve toplumsal ilişkilerin önüne geçmemelidir demek istemiştir.
İkinci örnek ise kim kazanırsa kazansın belki de siyasi ahlaksızlığın kazanacağı Amerikan seçimleridir. Zira orada siyasi ahlak tamamen yozlaşmış, aşınmış durumdadır ve rakipler ahlak kurallarını tanımadan her yolla karşı tarafın sırtını yere getirmek istiyor. Bundan dolayı kimileri 'Bu benim tanıdığım ABD mi?' diye sormaktadır! Haklı. Zamanın eskittiğini aktarın diriltmesi veya tedavi etmesi kabil değildir.
Ne olursa olsun insanlıktan ayrılmamak yüce erdemdir ve ahlakın zirvesidir. Niccolò Machiavelli siyaseti yerine peygamberlerin siyasetine tatbik etmek, yönelmek gerekir. Bunu yaptığımızda diğer mülahazalara bakmadan haklının yanında yer alırsınız!
Hazreti Peygamber de 'güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim' buyurmuştur.