Yazar Ayşe Sucu, Müslümanlık ile İslam veya İslam'ın yaşanan veya realist boyutları ile mahfuz ideal boyutlarını anlatan bir makale kaleme almış. Burada Mısırlı Nasr Hamid Ebu Zeyd'e atıfta bulunuyor ve gönderme yapıyor. Nasr Hamid Ebu Zeyd galiba kinini tatmin için İslam'ın zahiri ile batını ya da realitesi ile idealleri arasında bir farkın olmadığını bunun kandırmaca ve bir algıdan ibaret olduğunu söylüyor. Böylece İslam'ı çorak bir iklime benzetmiş oluyor. Kimi Batılılar İslam'ın acımasız olduğunu söyleseler de Ömer Öztürkmen İslam Gözyaşı Medeniyeti adlı eseriyle gerçeğe parmak basmıştır. İslam, ümmetin tarih boyunca bir imtihan vesilesi olarak geçirdiği dahili ve harici fitneler nedeniyle sorgulanmış ve parlaklığına gölge düşürülmek istenmiştir. Nasr Hamid Ebu Zeyd arzi bir Müslümanlık ile semavi bir İslam ayrımı olmadığını 'ikisinin de aynı bela' olduğunu söylemek istemiştir. Gerçek onun zaviyesinden böyle görünüyor olabilir. Ama elbette ki böyle değildir. Ne İslam ne de Müslümanlık anılan surettedir. Mutluluğun yakalandığı anda uçuvermesi gibi zirveleri de hep zevaller takip etmiştir. Bu da sünnetullah kaidesidir. Müslümanlık da inişli çıkışlı devrelerden ibarettir. Nasr Hamid Ebu Zeyd'in takdim ettiği suret tarihten bir kare ile birlikte yere bir olmaktadır. Cihan Padişahı Üçüncü Selim Mevlevi dedesi Şeyh Galip'in dizinde uyumakta ve huzur meşk etmektedir. Dünyanın kasvetinden ahiretin serinliğine kaçmakta ve çıkmaktadır. Durum Rebi bin Amir'in Pers Komutanı Rüstem'e söylediği gibidir: Rüstem Rebi' bin Âmir'e sizi buralara sevk eden ve getiren husus nedir diye sorar. Rebi' bin Amir der ki:
"Bizi buralara getiren şey, insanları kula kulluktan çıkarmak ve eşi benzeri bulunmayan tek Allah'ın katına kulluğa yükseltmek, dünyanın darlığından ahiretin genişliğine çıkarmak, batıl dinlerin zulmünden İslam'ın adaletine kavuşturmaktır."
Üçüncü Selim de Şeyh Galip Dede'nin dizine yatarak bir an olsun dünya gailelerinden ve tasasından kurtulmak istemiştir. Burada Galip Dede, İslam'ın ideallerini Üçüncü Selim de realiteyi temsil etmektedir. Cihan Padişahı Üçüncü Selim'in Şeyh Galip Dede'nin dizine yatması tablosu idealizm ile realizmi kucaklaştırmaktadır. İkisini harmanlamaktadır. Bu kare İslam'ın idealleri ile gerçeklerini buluşturmuştur. Keza Selahaddin Eyyübi ile Fatih Sultan Mehmet de kışladan tekkeye kaçmak istemişlerdir. Selahaddin Eyyübi'yi amcası Şirkuh engellemiş, Fatih'i de manevi hocası Akşemseddin dizginlemiş 'size ümmetin ihtiyacı var' diyerek onu tekke kapısından yeniden kışlaya sevk etmiş ve bu niyetinden vazgeçirmiştir. Çünkü tekkede sekine ve huzur var. Bu huzur hiçbir şeyle değiştirilmez. Elbette bu huzur iklimi başta Yemenli Fuad el Benna olmak üzere kimilerine göre milyonlarca kitleyi uyuşturmak ve uyuşuk hale getirmek anlamına gelmektedir. Elbette bakıştan bakışa fark olması normaldir. İranlı yazar Hüseyin Zerrinkup'un deyimiyle Gazali de dünyevi ilimlerin ocağı, meşk edildiği bir ortam olarak gördüğü medreseden (Bağdat Nizamiyesi) içinde büyüttüğü tekkeye kaçmıştır. Kudüs ile Şam ve Horasan arasında mahrem hikayesini yaşamıştır.
Kimileri, Fuad el Benna'nın tasavvurunda olduğu gibi onun da gerçeklerden kaçtığını Haçlı saldırılarından on yıl kadar önce ümmeti cihada hazırlamak yerine mücahade ve mükaşefe dünyasına daldığını söylemişlerdir. Bu Bediüzzaman'ın İkinci Dünya Savaşı sırasında radyo dinlememesine ve gazete okumamasına benzer. O ontolojik düzlem ile olgular düzlemi arasında mukayese ve ötesinde seçim yapar. Ve ontolojik düzlem yanında olgular dünyasının pek de önemli olmadığı kanaatine varır. Tercihini bu doğrultuda geliştirir.
Mescid-i Aksa'nın 'Doğu Duvarı'nda Tevbe ve Rahmet kapılarının üzerinde Ebu Hamid Gazali'nin medresesinin kalıntıları vardır. Ve üzerinde hat yazsıyla İhyaüu Ulumiddin yazmaktadır. Tarihçilere göre bu kitabe ve Gazali'nin düşüncesi Nurettin Zengi'nin Haçlılara karşı mücadelesinde ve Kudüs'ü kurtarma hamlesinde veya düşüncesinde öncü rol oynar ve bir meşale ve kilometre taşı hükmüne geçer. Bugün de Gazali'nin manevi kalıntıları Filistinlilerin direnişine yakıt ve sembol olmaktadır. Gazali ve mücahade, cihadın manevi azığıdır. Nitekim Macid Arsan Geylani, Salahaddin Nesli Böyle Doğdu ve Kudüs Böyle Geri Alındı (Hakeza Zahare Cilu Selahaddin Hakeza Adet el Kuds) adlı eserinde Selahaddin Eyyübi döneminde Kudüs'ün geri alınmasında Gazali'nin rolüne işaret etmektedir. Hatta Gazali ve Geylani ekollerinin zaferin manevi hazırlayıcıları, manevi mimarları olduğuna parmak basmış ve Selahaddin'in Eyyübi'nin etrafının bu iki ekolün mensupları tarafından sarıldığına işaret etmiştir. Bazı asırlarda ümmet de dahili ve harici fitneler karşısında kabuğuna ve iç kalesine çekilmek zorunda kalmıştır. Bu arza varis olmada nöbetleşme zorunluluğudur. Savunma hattını dahile ve iç bünyesine çekmiştir. Nitekim, fitneler döneminde hususiyle ikinci asırda tasavvufi hayat yeşermiştir ve bu durum fitnelerden kaçışa bağlanmıştır. Fitneler döneminde içe çekilmek Hazreti Peygamberin tavsiye ve buyrukları arasındadır. Sufiler de bunu özenmiş ve yapmıştır. Bu suretle Kesb-i kemal eylemişlerdir. Keza Moğol istilası döneminde de aynısı olmuş ve Anadolu ve İran'da tasavvufi hayat yeşermiştir. Elbette Moğollar döneminden sömürge dönemine kadar bazı sufiler yabancı egemenlerle işbirliği içinde olagelmiştir. Bununla birlikte Moğollar döneminde Necmeddin-i Kübra, Feridüddin Attar gibiler yalınkılıç Moğol çerilerinin karşısına çıkmışlar ve iyi bir imtihan vermişlerdir.
Yemenli Fuad el Benna Osmanlı modelinde cihat ile tasavvufun iç içe geçtiğini ve yaşandığını ifade etmektedir. Ve bu modeli olumlu kabul etmektedir. Bu terkibe alperen/cihad-mücahade beraberliği denilmektedir
Tasavvuf, İslam'ın yumuşak yüzüdür. Zahiri cihat faaliyetleri kalelerin fethini batini cihat ya da tasavvuf kalplerin fethini sağlar. Şöyle bir değerlendirme yapmak ihtimal dahilindedir. İslam maddi olarak ne zaman zirveye çıkmışsa ardından ahlaki anlamda gerileme ve çöküntü başlamıştır bu da çöküşle son bulmuştur. Çöküş devrelerinde ise manevi i'tila ya da yücelme başlamış bu da Müslümanları maddi olarak yeniden zirvelere taşımıştır. Zirvede iken Allah'ı unutan Müslümanlar gerilediklerinde yeniden Allah'ı hatırlamışlar bu da onları yeniden cihangir yapmıştır. Kısaca kimi sufiler İslam'ın mukadderatını tehlikede sezdiklerinde can feda etmekten ve ümmeti manevi olarak cihada hazırlamaktan geri kalmamışlardır.
Yemenli yazarlardan Fuad el Benna, sufilerin vakıadan kaçtıklarını ve ümmetin milyonlarca ferdini cihattan veya İslam aleminin meseleleriyle ilgilenmekten atıl bıraktıklarını ileri sürmüştür. Bu bir yönüyle doğru diğer yönüyle yanlıştır. Sufiler sonuçta ehli cihadın boş bıraktıkları manevi alanı doldurmaktadırlar.
Tevbe suresinin 122'inci ayeti de bunu vurgulamaktadır: "Bununla beraber müminlerin hepsinin toptan savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup dinde yeterli bilgi sahibi olmaya çalışmak ve seferden dönen topluluklarını uyarmak üzere (irşat etmek) geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar."
Bazen katı maddi ortamı manevi halleriyle yumuşatmaktadırlar. Böylece manevi zemini yeni bir maddi hamleye de hazır hale getirmektedirler.
Adı kimilerince Moğol işbirlikçisine çıkan Mevlana bile devletin gerekliliği konusunda Şems-i Tebrizi'ye şunları söylemektedir: "Devlet olmadan ne ay görülür, ne de denizler aşılır!"
Tasavvuf bazen, katı vakıadan muştulu geleceğin kucağına kaçmak ve derinden onu hazırlamaktır. Tasavvuf ne kadar acı olursa olsun vakıayı tatlandırmanın ya da çekilir kılmanın adıdır.
Mustafa Özcan