Mavera ötesi demektir ve dolayısıyla zahirin dışında batın ve gizemler için de kullanılır. Mecazen tasavvuf anlamında da kullanılmıştır. Mavera bizim gençliğimizin dergileri arasındaydı. Dergi ile ilk defa Kahire günlerinde tanıştım. Nasıl olduysa İktibas dergisiyle birlikte Mavera dergisi de Ezher'in yanında ve Hüseyin Meydanı'na bakan Türk Yurdu (Turk Yard) anlamında Revak el Etrak'a adıma gönderiliyordu. Nasıl temin ettiğimi ve bana nasıl ulaştığını hala çözemiyorum ya da hatırlamıyorum. Türkiye'de iken haftalık olarak bir zamanlar Şevket Eygi'nin çıkardığı Büyük Gazete'yi takip ederdim. Bulduğumda Sebil'i de tektik ediyor, gözden geçiriyordum. Bununla birlikte Sebil o dönemde seviyemin biraz üzerine hitap ediyordu ve anlamakta zorlanıyordum. Büyük Gazete ile daha fazla bütünleşiyordum.
Ardından Mısır günlerinde Mavera'yı takip etmeye başladım. İyi ki göndermişlerdi. Bu vesile ile Yahya Kemal'in ifadesiyle anamın ak sütü gibi güzel ve duru bir Türkçe ile meşbu olan iki dergiyi takip edebiliyordum. Herhalde bunu bana gönderenler de misyonlarını talebeler arasında canlı tutmak istemişlerdi. Bunlar samimi ve ulvi düşünceler. Çölde havza bulmuş gibi onlara müteşekkirim. Mavera tiryakilik yapmıştı ve bana ulaştığı günlerde içine gömülüyordum. Benim için edebiyat, hayat ve gelişmelere tercüman oluyordu. Fikri konuları ele alıyor ve analiz ediyordu. Karanlık dünyada fenerimiz oluyor ve pusulamızı tayin ederek, bize yol gösteriyordu.
Türkiye'ye dönüşümden sonra da aynı hızla Mavera dergisini takibe koyuldum, sektirme yoktu. Tasavvuf özel sayısı ve Afganistan özel sayısı gibi nitelikli sayılar çıkarıyorlardı. Kendilerini adeta Afganistan davasına adamışlardı. Kimsesiz kitlelerin sesi soluğu oluyorlardı. Küresel zemindeki gelişmelere ayna tutuyorlar ve kendi dünyamız içinde olayları yorumluyordu. Bununla birlikte zamanla Mavera'yı çıkaran grup içinde dalgalanmalar ve bilahare çatlama ve dağılmalar zuhur etti. Münderacatı zayıfladı, küçüldü ve sayfaları azaldı. Zoraki olarak çıkmaya başladı ve bir zaman sonra da tevakkuf etti, yani yayın hayatını sonlandırdı. Keşke ilk günlerdeki gücünü hep muhafaza etseydi. Yazarları arasında rahmetli Cahit Zarifoğlu, Sebep Ey şairi Erdem Beyazıt, Alim Kahraman gibi isimler yolumuzu aydınlatıyordu. Uzun soluklu olamadı ve kadük kaldı ve bir gelenek oluşturamadı. En iyi tarafı da kolektif bir kadro tarafından çıkarılması ve kadro hareketine dayanmasıydı. Kadro hareketleri de genelde uzun soluklu ve vadeli olamıyor. Araya fikri ihtilaflar giriyor. Uyum zorluğunda veya bozulduğunda yolun sonu görünüyor. Elbette kadro hareketlerinde fikri çekişmeler kaçınılmaz olur. O sıralarda da İran ile Afganistan eksenleri en hareketli tartışma konuları arasındaydı. İslami kesimlerin enerjisini tüketiyordu. Kimi Afganistan'a kimileri de İran'a meylediyor ve gönül veriyordu ve bu iki adres arasında gerilim köprüsü veya hattı oluşmuştu.
Yokluğunda Mavera dergisinin tadı damağımızda kalmıştı. İslami camianın entelektüel birikimi burada değerleniyordu. Biz de bu vesile ile yönümüzü tayin ediyorduk. Mavera solduktan sonra kadrosundan geriye kalanlar kendilerini başka alanlarda veya başka dergi ve gazetelerde değerlendirdiler. Onların durumu, öldükten sonra organlarını bağışlayarak başkalarında yaşatan insana benziyordu.
Sahibi makamında rahmetli Bahri Zengin görünüyordu. Danışma Kurulunda ise kimi yazarları da bulunuyordu. Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Akif İnan, Nazif Gürdoğan, İsmail Kıllıoğlu bunlar arasındaydı. Erdem Beyazıt hariç diğerleriyle şahsen de tanışıyoruz.
Mavera'nın son dönemlerinde yayın işleri ile Mustafa Çelik ilgileniyordu. Akabe Yayınları'nın işletme müdürlüğünü de yapıyordu. Bazen yazıhanelerine uğruyor ve ortamla kaynaşıyorduk. Bu da bizi ileriye yani okuma halinden yazma haline doğru çekiyor ve taşıyordu. Yazarlarının hepsi farklı özellikleri taşıyorlardı. Erdem Beyazıt ve Akif İnan daha ziyade şairlik yönleriyle temayüz ediyorlardı. Düz yazıda da ustaydılar. Bununla birlikte aralarında en velut olanlarından ve fikri denemeleriyle göz dolduran isim Rasim Özdenören'di. Vefat olarak en arkaya da o kalmış oldu. Onun kendisinden önce rahmetli olan bir de Alaeddin Özdenören isimli kardeşi vardı. O da camianın yazarları arasındaydı. İslami camiayı bir arada görmek isteyen Mavera'ya bakabilirdi. Mavera adeta yediverendi, bereketliydi. Bizim gibi yeni nesle de haz veriyordu. 1986 yılında pek fazla yerli fikir eseri bulunmuyordu. Bu boşluğu Rasim Özdenören gibiler dolduruyordu. "Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı" gibi fikri ve düşündürücü kitaplar telif ediyordu. O yıl Sakarya'da kitap fuarı yapıldı ve Rasim Özdenören var mıydı bilemeyeceğim ama merhum Ergun Göze kitaplarını imzalamaya gelmişti. O sıralarda Tercüman'da yazıyordu. Bazı arkadaşlar onunla hafif tartışmaya girdiler. Ergün Göze de bazı hususlarda keskindi, muhatapları da. Lakin o sıralarda canlanan bir fikir ortamı vardı. Dergicilik patlama yapıyor ve her camia kendi dergisini hayata geçiriyordu. Adeta romantizm içinde yüzüyorduk.
O günlerden günümüze Rasim Bey gibi zamana direnen az sayıda yazar kaldı. Birlikte Yeni Şafak gibi gazetelerde yazdık. Merhum karşılaştığımızda yazılarımın bilgilendirici olduğunu söylerdi. Cenazesinden bir gün evvel yine onun manevi müşareketiyle hatırat dolu bir ikindi beraberliği yaşadık. Fikriyat ve Star gazetesi yazarlarından Salahaddin Eş Çakırgil kurban bayramında rahatsız etme pahasına çekinerek telefonla kendisini aradığını ve selamlaştıklarını söyledi. Ölüm haberinden sonra bu sohbeti Yazarlar Birliği'nin İstanbul şubesinde yapmıştık. Şube Başkanı Mahmut Bıyıklı ve aktif üyelerden Muzaffer Doğan sinema eleştirmeni İhsan Kabil ve yazar Muhammed Nur Doğan da bizimle idi. Başka kıymetli arkadaşlarımız da vardı. Bir de onur konuğu Mısırlı pilot ve Spor Bakanlığı eski müsteşarı Baha Rehap bulunuyordu. Onunla geçmişte görüşmüşüz. Lakin hafızam eskisi kadar güçlü değil, hatırlayamadım. O hatırladı ben hatırlamadım. Lakin Yemen yolculuğuna temas etti. Ortak dostlarımızdan Mürsi kabinesinde basın yayından sorumlu bakan Salah Abdulmaksut ile telefonda görüştürdü. Salah beni benden iyi hatırlıyor. Aden ve Güney Yemen maceramızı anlattı. Salah Abdulmaksut'u hatırlıyorum lakin 1994 yılındaki Yemen boyutunu unutmuşum. Salah Bey Türk vatandaşlığını da almış ve buna dair sevincini de gizleyemiyordu. 1994 yılında hep birlikte bir minibüsle Sana'dan Aden'e gitmiştik. Maceralı bir yolculuk olmuştu. Baha Bey bir selamlama konuşması yaptı ve dostlarımızdan şair Fazlı Karaman beyle birlikte serbest bir çevirisini yaptık.
Kısaca, Eyüp Sultan'da cenaze namazından ve akabinde defninden önce adeta taziye meclisine dönen Kızlarağası Medresesi'nden fatihaları önden gönderdik, Buruktuk. Yeni bir tanıdık ve dost kaybedince yaşayan dünya ile irtibatımız daha zayıflıyor. Onlar fiziki olarak biz de manevi olarak onlarla birlikte öteye göç ediyoruz. Hatıralarımızın bir kısmı onlarla birlikte gömülüyor.
Mavera'nın son yolcusuna rahmetler olsun.
Mustafa Özcan