İşitmeseydik, Çile şiirine şöyle başlayabilir miydi Necip Fazıl:
Gâiblerden bir ses geldi: Bu adam
Gezdirsin boşluğu ense kökünde
Ya da ünlü Zindandan Mehmed'e Mektup şiirini yazarken, şöyle haykırabilir miydi:
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!
Ben şiiri sevmem ama müzikten çok hoşlanırım diyen pek insanla karşılaştım bu güne değin. Şiir okurken kulağımıza gelen ses, şiirin sese dönüştürülmüş hali olan musıkînin temeli değil midir? Öyleyse müziği severken bir insan, şiirden nasıl hoşlanmaz, bu insani yanılgıyı anlamak zor.
Sözün gelişi, kuş seslerinin olmadığı bir dünya hayal edelim.
Ya da rüzgar sesinin olmadığı.
Su sesinin duyulmadığı.
Sevdiğimizin içimize vuran aşk dolu ses dalgalarından mahrum olduğumuz.
Lapa lapa yağan kar sesini bilmediğimiz.
"Yağmurun sesine bak" diyecek bir şarkıdan bihaber yaşadığımız.
Anne-babamızı duymadığımız.
Çocuklarınızın ne dediğini bilemediğimiz.
Bir mektubu okuduğumuzda, yazılanları ses olarak içimizde canlandıramadığımız.
Bir çığlıkla ürperemediğimiz.
Duaları işitemediğimiz ve amin diyemediğimiz.
Kur'an'ın, güzel okunduğunda insanın kalbine derinliğine tesir eden ve o kalbi ulvi anlamda titreten sesine kulak veremediğimiz bir dünya.
Hayal edelim ve bir an için böyle bir durumda ne hale gelirdik diye düşünelim. Ancak olmadığında değirini anladığımız özelliklerimizin ve yeteneklerimizin kıymetini bilmek açısından zaman zaman yukarıdakine benzer hayaller kurmak yararlı olur diye düşünüyorum. Bunların doruğunda ise, bir gün artık yaşamadığımız ve tüm özelliklerimi ve yeteneklerimizi kaybetiğimiz ölüm hakikati vardır. Hadis olarak senedi sağlam görülmese de, yine de hoşuma giden bir söz vardır: "Ölmeden önce ölünüz!" İşte bu hayale müracaat etmektir. Ölmeden önce öldüğünü hayal etmek, insana sonraki adımlarında farklılıklar getirebilir. Bu manadan hareketle, işitmez olmadan önce işitmez olduğunuzu hayal ediniz. Ya da göremez olmadan önce göremediğinizi hayal ediniz diye düşünebiliriz. Yukarıda ifade ettiklerimin hareket noktası budur. Kaybettikten sonra değerini anladığımız mekelerimiz, yetilerimiz, kabiliyetlerimiz; onları kaybetmeden önce sanki çok sıradan şeylermiş gibi bir hal alır dünyamızda. Oysa işitemeyen insanlara, göremeyenlere bunu sormak gerek: İşitmek ya da görmek, sıradan özellikler midir?
Öyleyse nedir işitmek? Nasıl işitiyoruz? Bu sorunun elbette bilimsel cevabı bulunmaktadır. Lakin bu mekanizma nasıl ortaya çıktı? Yeryüzünde sayamayacağımız kadar çok sayıda ve alt-üst perdeden seslar varken, biz canlılar tam da onlara uygun olan işitme mekanizmalarını nereden aldık?!
Raslantı mı? Hadi oradan!!! Seslere değil de sadece sessizliğe neden rastlamadık!
Hiçlik mi? Yapmayalım ama! Bu kadar büyük bir kâinat "hiç" kavramıyla nasıl izah edilebilir. Hiçlikle izah edilebilse idi, "hiç" kavramı olur muydu o vakit! Çünkü "hiç" kavramının karşısında "Hep" vardır. "Hep" olmasaydı, "hiç"i düşünebilir miydik? Akıl sormaz mıydı hiçliğe inanan insana o zaman: Ben gerçekten sende miyim!
Evrim mi? Yok canım! Binlerce yıldır ibibikler neden hep aynı ötüyorlar. Leylekler yuvalarını neden hep aynı yapıyorlar? Yani bir zamanlar bir anda canlı bir varlığın aklına evrilmek gelmiş de sonra unutmuş mu bunu! İnsanın sesi niye evrilmiyor ve mesela hiç duymadığımız garip bir sese dönüşmüyor! İz'an kavramının tüm bunlara kıs kıs güldüğünü hissediyorum.
Kur'an "akletmez misiniz" diye sorarken, bütün bu açmazlara vurgu yapıyor ve insanı tefekküre çağırıyor.
Çünkü bütün diğer melekelerimiz gibi işitmek de Rabbimizden, O'nun sam'i sıfatından bir yansımadır.
Yoksa…
Ey genç insan, onlarca insanın yüzleri asık bir şekilde dikilip ya da oturup durduğu tramvayda, kulaklığını takıp tüm dış seslere kendini kapatarak o sevdiğin sanatçının şarkısını dinleyebilir miydin!!