Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Enes Kara, girdiği bunalım sonucu intihar ederek hayatına son verdi. Bu trajik hadise, ailesi başta olmak üzere vicdan sahibi hemen herkesi derinden üzdü. Bu tür vakaların aşinası olan bir ruh hekimi olarak ben de üzüntü duydum. Ancak sosyal medya mecralarında, yazılı ve görsel medyada bu konu farklı tarz ve yaklaşımlarla ele alınarak bir bilek bükme yarışına dönüştürülmüştür. Bu yazımızda Enes Kara'yı intihara sürükleyen sebep ve saiklerin yanı sıra hadisenin ele alış biçimini irdelemeye çalışacağız.
Öncelikle intiharın psikopatolojik temelini göz ardı etmeden ifade edelim ki ferdi intihara sürükleyen pek çok sebep ve saik söz konusudur. İntihar hadisesi, insan ruhunda meydana gelen gel-gitler, gerilim ve çatışmaların mahsulüdür. Bu hadise, tarihin kadim devirlerinden beri kendini tekrarlayarak, çoğaltarak süregelen bir davranıştır. Müntehir Enes Kara'nın geride bıraktığı nottaki açık ve örtülü ifadeleri, içinde bulunduğu ruh halini açık etmektedir.
Modern zamanlarda, Batı'dan başlayarak dünyaya yayılan inanç krizinin etkileri, özellikle geleneksel toplumlarda sarsıcı olmuştur. Batı düşüncesinin mahsulü olan materyalizm, ateizm, deizm, agnostisizm gibi felsefi kanaatlerle tanışan zihinler bir ruh burkulmasına maruz kalmıştır. Bu ruh halinin ilk tezahürlerini Tanzimat sonrasındaki edip ve mütefekkirlerde görmekteyiz. Bu aydınlar, ulûhiyet zemininde yeni karşılaştıkları retçi/inkârcı Batı düşüncesiyle sahip oldukları İslâm akidesi arasında gel-gitler yaşamışlardır. İç dünyalarındaki bu çatışma bir inanç krizine dönüşmüş, otuz beş yaşındaki Beşir Fuad'ın ölümle neticelenen intiharı, Ziya Gökalp'in henüz lise talebesiyken intihar girişimi hep bu dilemmanın, çatışmanın sonucudur. Enes Kara da basına yansıyan notunda kendisinin ateist olduğunu oysa ailesinin kendisini inançlı biri olarak görmek istediğini ifade etmiştir. Yukarda ifade ettiğimiz ruh burkuntusunu bu gencimizde de görmekteyiz. Ancak bir kısım medya, üzüm yemek yerine bağbancıyı dövmeyi tercih ederek müntehirin kaldığı yurdu (aslında yurtta değil, dört arkadaş olarak evde kaldığı anlaşıldı) bu intiharda baş sorumlu olduğu ilan etmiştir. Bu yaklaşım, aslında uzun zamandır -tabir yerindeyse- pusuya yatmış çevrelerin sık tekrarladıkları "cemaat düşmanlığı"nın bir tezahürüdür. Üstelik Enes Kara'nın notunda yer alan diğer şikâyetleri göz ardı edilmektedir; mesela, hekim olmak istemediğini, bunu başaramayacağını dolayısıyla karamsar bir ruh haline büründüğünü söylemektedir.
Günlerdir yazılı ve görsel medyada, sol, seküler ve mezhepçi zihniyet mensubu güruh; akıl, izan ve insaf sınırlarını aşarak top yekûn bir taarruza geçmişlerdir. Mantık sefaletiyle malul bu güruha hatırlatmak isteriz ki, psikopatolojik bir kırılmanın neticesi olan intiharın rengi, mekânı ve makamı yoktur. Sıkı Kemalist Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'ın intiharında İsmet İnönü'nün parmağını mı arayalım. Keza, Halit Ziyâ'nın otuz üç yaşındaki diplomat oğlu Halil Vedat'ı intihara birileri mi sürükledi? Yakın tarihimizde bu tür örnekleri çoğaltabiliriz. Muhalif olmanın da bir ahlakı olmalıdır. Helalleşmeden bahseden partinin hızlı ve heyecanlı şeflerinden birinin yakın zamanda Kur'an kursuna katılan çocuklar üzerinden Müslümanları "Ortaçağ karanlığı" tabiriyle aşağılaması hafızalardaki yerini korumaktadır. İnanan kesimi aşağılamak, horlamak ve kriminalize etmenin kod adı olan bu söz yeni değil, yüzyıllık bir mazisi bulunmaktadır.
Cemaat yurtlarıyla ilgili söyleyeceklerimizi biraz tehir ederek "karşı" tarafın anlayamadığı veya anlamak istemediği bir hususa değinelim: İslâm inancı, bireyin -akıl ve şuur çerçevesinde- kendini idrak edişinden itibaren bütün yapıp ettiklerinin ahiret hayatında bir karşılığı olacağını öngörmektedir. Yevm-i cezâ olarak ifade edilen bu husus hesap gününü ifade etmektedir. Mütedeyyin, ahiret hayatına inanan bir ebeveynin, üzerinde titrediği ciğerparesinin ceza gününde zarar görmemesi için erken yaşlarda onun hakkında tedbir ve temennide bulunması tabiidir. Dolayısıyla Enes Kara'nın babasının bu yoldaki tasarrufunu da anlayışla karşılamak gerekir. Seküler / laikçi çevrelerin bu hakikati görmeyerek bir trajedi üzerinden dindarlara karşı husumet körüklemesi öteden beri alışkın olduğumuz bir durumdur.
Bu hususta son sözümüz, din yolunda hizmet gören şahıs ve oluşumlara olacaktır. İnanç ve ahlak prensiplerimizi başkasına benimsetmek ancak Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in ortaya koyduğu ölçülere uygun düşmekle mümkündür. Kur'an-ı Kerim'de buyrulan "Kavl-i leyyin / yumuşak bir dille anlatmak" düsturunu rehber edinen bir üslupla yola çıkılmalıdır. Bireyin ıslah ve ikna edilmesi; ticaret, skor ve kalabalık toplamak endişesinden uzak olmalıdır. Unutulmamalıdır ki, insanoğlunun tarihteki yürüyüşünde daha önce karşılaşılmamış, tecrübe edilmemiş yeni bir çağın teklif, tercih ve pratikleriyle karşı karşıyayız. Bu çağın dini haline gelmiş hedonist zihniyet, insanı dört bir yandan sararak onu kabilesinden ayrılmış yabani biri haline getirmiştir. Dinin metafizik hakikatlerinden habersiz yeni nesiller, manevî açıdan derin bir boşluğa duçar olmaktadırlar.
Bir öğretim üyesi dostum anlatmıştı: On sekiz yaşındaki bir öğrencisi derste, masum bir edayla "Hocam bütün dinleri ortadan kaldırmak lazım, ancak o zaman insanlık huzur bulur." demiş. Şüphesiz bu genç, tekil bir örnek değildir.
Yeni yetişen neslin zihin dünyasını anlayıp ona uygun tebliğ metodları geliştirmek icap etmektedir. Bu programları hayata geçirecek kimselerin, Kur'an ve sünnetin ruhuna bağlı, bilgili, ahlaklı ve entelektüel donanıma sahip olması beklenir. İşin özü şudur: Hizmet kaygısı taşıyan şahıs ve oluşumların geleneksel metodlarını gözden geçirip "yeni insan-yeni hizmet" dengesini kurmalıdır.
Elim vefatı dolayısıyla Enes Kara'nın ebeveynine başsağlığı diler, sabr-ı cemil niyaz ederim.
Prof. Dr. Sefa Saygılı