- Karşılaşma sırasında bilkuvve olan şey, algılanınca bilfiile dönüşür. Bilfiile dönüşen bilkuvve şey anlaşılır. Şu durumda, bilkuvve olan, anlaşılır cinsten bir şeydir. 'Anlayan-akıl-zihin' karşısında bilkuvve, 'anlaşılır şey'e dönüşür. Böylece 'anlayan-akıl-zihin'[1] ile 'anlaşılan-şey' arasında kurulan bağlantıya transsendental türden 'anlama' diyoruz. Anılan 'bağlantı'nın bir ucu, 'şey'deyken, öbürü de 'düşünüyorum'la belirlediğimiz transsendental bendedir. Dünyada karşılaşılan şey, deneyseldir. Buna karşılık, 'düşünüyorum', 'tecrübe oluşturan' olmakla birlikte, kendisi, 'tecrübe-verisi-olmayan' 'varlık'tır. İşte bu anlamda da zâten transsendentaldir.[2] Karşılaşılan-şey, kendisinden neşet ettiği (GeçL obiecere) kendinde-şeyin (Eflâtun'un, "idea"; Kant'ın ise, "Ding an sich" dedikleri) belli birtakım özelliklerini 'algılayan-anlayan-özne'ye, subiectuma 'gönderir'. Özne de, kendine mahsûs anlamagücünün güdümünde 'nesne'nin, yanî obiectumun[3] 'kendinde-şeyliğ'inden gösterdiği, yansıttığı özellikleri kavrayıp anlar. Bu maksada yönelik olarak özne, kendi akıl-zihin yapısından menkûl kavrama-anlama gereçlerini karşılaştığı-şeye yakıştırıp giydirir. İşte bahsi geçen gereçlere Aristoteles "kategori"ler[4] demiştir. 'Yakıştırılıp giydirilen gereçler'le 'karşılaşılan-şey', 'özne'nin 'nesne'si hâlini alır. Başta, yanî henüz bilkuvve şeyken, karşılaşılan, özneden bağımsızdır. Karşılaşılınca nesneleşen karşılaşılan, artık, özneye bağımlıdır. Karşılaşılan-şey, karşılaşıldığında, özneye deney verisidir, empiriquetir. Ancak, 'düşünüyorum anlamagücü'nün 'yakıştırıp-giydirdiği gereçler'le öznelleşir. Ne var ki, 'ben öznesi' ile 'ben-olmayan-özneler' arasında 'kavrama-anlama gereçleri' düzleminde ortak paydada birleşildiği bilinci zuhûr ettikce, algılama safhasında öznel olan 'karşılaşılan-şey', transsendentaHeşir, transsendental hakîkat hâlini alır. İşte, 'ben-öznesi' ile 'ben-olmayan- özneler' arasında kavrama-anlama gereçleri düzlemini tesviye eden, Aristoteles'in, Logos dediği, transsendental, başka bir deyişle, 'felsefî akıl'dır.
- Varolanlar, vasıflandırılmazlar. Bir varolan durumundaki 'Ahmed'i yahut, sözgelişi, 'şu bardağ'ı başka bir varolana vasıf kılamayız. Oysa 'varolan' durumu bulunmayan 'iyilik', 'güzellik', 'çokluk', 'ikilik', 'binlik' yahut 'üçgenlik' varlıkları varolanlara nitelik yahut nicelik çeşidinden vasıf kılınabilirler. Bu saydıklarımızdan öncelikle 'iyilik' yahut 'güzellik' gibi, 'ahlâk' ile 'estetik' 'kavram'larının, demekki 'varlık'larının, 'dünya ortamı'nda uzaktan yakından andırabilir 'varolan karşılıklar'ı bulunmaz. Bundan dolayı bahsi geçen 'kavramların yalnızca 'fikir' çeşidinden türevleri bulunur.
- 'Düşünce'nin tersine, 'fikr'in, 'dünyada-varolan'lara yönelik gösterimi yahut delâleti yoktur. Bundan ötürü akıl düzleminde, 'manâ' konumunda kalıp 'anlam' değeri kazanmaz. Sâdece manâ durumunda kaldığından, temelde, 'tarîf' ile 'tasvîr'in uyuşturulması yahut bağdaştırılması cinsinden 'derd'i yoktur. 'Temelde' deyişimizin sebebine gelince: 'Sıcaklık', 'soğukluk', 'yaşlık', 'kuruluk', 'azlık', 'çokluk', 'öncelik', 'sonralık' türünden nitelik, nicelik, zaman ile mekân v.b. bildiren fikirlerin, arazlaşma durumları vardır. Ama burada tarîf, tek başınadır. Tasvîr yer almaz. Meselâ 'şu soğuk pınar' dediğimizde, 'şu pınar' bir 'varolan'dır. 'Şu pınar', 'pınarlık' kavramı bağlamında anlamlıdır; 'soğukluk' çerçevesinde değil. 'Soğuk' nitelemesi 'pınar' 'düşünce'sine, giderek 'varolan'ına eklemlenir, yüklemlenir; 'pınar'ın nasıl olduğunu bildirir. O hâlde kendi başına 'soğuğ'un dünyada-varolan-karşılığı yoktur. Aynı şekilde, farklı derecelerde de olsa, matematik, estetik, ahlâk ile ilahiyât fikirlerinin dünyada-varolan- karşılıklarını bulamayız. 'Üç kilo elma', 'iyi insan', 'güzel manzara' dediğimizde, sözgelişi, 'üç kilo', 'iyi', 'güzel' v.s., eklemlendikleri 'düşünce'yi ve onun işâret ettiği 'varolan'ı anlamca belirlerler, belirgin kılarlar; yoksa 'iyi' ile 'güzel' kendileri hakkında bize açık bir bildirim sunmazlar. Oysa, haddizâtında 'iyi'nin yahut 'güzel'in kendileri de bağımsız ideaların yansısı yahut temsilcisidirler. Bu bakımdan manâları vardır. Ama 'şu elma'dan, 'bu kişi'den yahut 'o belli manzara'dan farklı olarak dünyada-gösterilebilinir-karşılıkları bulunmadığından, onlar, tek başlarına anlam ifâde etmezler. İçerdikleri manâyla ancak, dünyada-gösterilebilinir-karşılıkları-bulunan düşüncelerin anlamlarını tadîl edip daha bir belirgin kılabilirler.
- Kavramın ister fikir isterse düşünce neviinden ifâdesi ile karşılaşılan- duyumlanan-şey arasında zihinde kurulan bağlantı, transsendental analitik bir işlemdir. Akıl, gerek kavramın gerekse karşılaşılanın duyumlanırlıkta (GeçL sensibilitas) oluşturduğu tasavvurun çözümlenmesinden —algı— hareketle bağlantı kurar. Algılanan tasavvur ile ona uygun kavram kesimi arasında ortaya çıkan 'uygunluk' yahut 'denklik' belli bir özneye mahsûs değil de, olay, insanşumûlsa, o takdîrde transsendentallikten söz ediyoruz. Suya adım atan herkesin, ıslaklığı duyması gibi. Aklın ve gönlün işlediği duyulandan (L sensus; Fr sens) yüce bir duygulanışın (OrtL & Fr affectio/n) ortaya çıkışı transsendental estetiktir (Y aisthesis). Sanat, meselâ böyledir.
Transsendental estetiğin, transsendental analitiğe oranla daha cüzî bir yayılımı vardır. 'Duygu'nun da, doğrudan doğruya 'duyumlama'dan çıktığı söylenemez. İşte, Alman şairi Novalis'in (1772 - 1801) şu şiirine bir bakalım:
RUHANÎ ŞARKILAR
"Sensiz n'olurdum?
Sensiz n'olmazdım?
Tek başıma koskoca dünyada korkulara terkedilmiş kalırdım.
Neyi sevdiğimi hiçmi hiç bilmezdim.
Gelecek dönüşürdü karanlık dehlize.
Kalbim derinden derine kederlendiğinde tasamı açardım kime?
Yalnızlıkta kemirilerek sevgi ile hasetten
Her günü karşılardım geceden.
Hayatın insâfsız akışını izler dururdum yakıcı gözyaşlarla;
Bulurdum kendimi huzursuz bir kargaşada,
Evimde ocağımda onulmaz bir hüzünle.
Kim dayanabilir dostsuzluğa göklerde ve yerde?"
Novalis' in Tanrıya yakarış duygusunu dile getiren yukarki şiirinde duyu verilerinin doğrudan izine rastlanamaz. Bu bakımdan şiirde dile getirilen duyguların, duyularla ortaklıklarından bahsolunamaz. Şiirde dile getirilen duygularla kurulan bağlantı bir 'duyuları-aşkın duyuş'tur: Transsendental estetik.
Duyuların izleri belirgin bile olsa, sanatta ifâdesini bulan yüce duygular, hiçbir vakit duyumlardan kalkan algıların birebir verisi olamazlar. Yüce duygular, elbette, hep aynı seviyede olmaz. 'Güzellik' ülküsü yönünde yürüyen
algı-verisi-tecrübeyi-aşkın-duyuşa yücelik diyoruz. İşte bu anlamda yücelik, transsendental estetiğin belirgin timsâlidir. 'Yüceliğ'i duyuran iki numûneden biri şiirken, öbürü de mûsîkîdir. Gündelik ve basit sayılabilecek algılar, 'aşkınlık' yoluyla 'yücelik' raddesine ulaştırılışına örnek, Şilili şair Pablo Neruda' nın (1904 - 1973) aşağıda sunduğumuz şiiridir:
SORULAR KİTABI III
"Bana, gül çıplakmıdır, anlatsana?
Yoksa şu kılığamı bürünmüş duruyor yalnızca?
Ağaçlar niçin
Saçarlar şaaşaalarını köklerinin?
Kim işitir vicdân azâbını Canî arabanın?
Varmı daha hüzünlü bir manzara dünyada
Öylesine hareketsiz duran bir katardan (trenden) yağmur altında?"
Yine duyumlanırlığın izlerini taşıyan, ama onun doğrudan verisi olmayan hâlis şiir örneğini çağdaşımız Amerikalı biyoloji felsefecisi ve şair Stanley Salthenin Fransızca yazmış olduğu mısralarında, buluyoruz:
"Çıkıyorum Perimi ziyârete;
Huzurunda âhûvâh etmek üzere.
İç geçireceğim bâkireninkince
Şeffâf, kaygan, titreyen kanatlarının karşısında;
Şebnemin parladığı koltukaltında,
Kapılacağım ürpertiye nâzenîn tüylerinin manzarasında.
Orada sansar olup soluklanacağım sonunda."
Felsefe-bilimde olduğu üzre, sanatta da katlanma söz konusudur. Duyumlanırlıktan yola çıkan algının üstüne katlanmak onu yorumlamaktır. Felsefe, özellikle de felsefe tarihi, metnin; bilim, deney verisinin; sanat ise, yalınkat insan-toplum ile doğa olaylarının yorumudur. Bilgilenme hedefine kilitlenmiş felsefe ile bilim içten içe uzvî bütünlük oluştururlarken, farklı bir gâyenin mürîdi sanat, apayrı yapı özelliğini gösterir. Ne var ki, gerek beslendikleri kaynaklar, gerek yapıca özellikleri gerekse murad ettikleri amaçlar bakımından felsefe-bilim ile sanat, birbirlerinden nice ayrı düşerlerse düşsünler, insana mahsûs en önemli vasıfta, aşkın-yorum yetisinde ortaktırlar. 'Aşkın-yorum'un, yanî transsendentalliğin, 'felsefe-bilim' yakası dialektik, buna karşılık 'sanat' cephesi estetiktir.
Felsefe-bilim sahasının felsefe cenâhında yöntemler dialektiğin çatısı altında derlenip toparlanmışlardır. Şu durumda dialektik, yöntemlerin yöntemi olması sebebiyle bizâtihi transsendental kabul olunabilir.
Dialektik çatı altında mütâlea olunabilecek tümevarış ile tümdengeliş yöntemleri ve onların her birinin içerdiği çözümleme ile birleştirim işlemleriyle felsefe-bilim sisteminde duyargalara benzetebileceğimiz bilimler iş görürler.
- Tanrıya mahsûs olduğuna inanılan mükemmellik vasfının izdüşümü gibi görülebilecek ve sanat eserinde kendini gösteren yücelik duygusunu paylaşmak herkesin nasîbi değildir. Bahis konusu yücelik değerinde buluşanlar, transsendental estetik bağlamında manevî ortaklıkta pay sâhibidirler. Nihâyet ahlâk gibi, sanat da aşkın manevî âlemin salt aklî-fikrî, yanî numenal cephesinde yer alır. Sanat, insanın eşsizliğini belgeleyen en belirgin kanıttır.
- Daha önce belirtilmiş olduğu üzre, fikirler, sâdece tarîf edilebilinirler. Ancak, öyle bir idea vardır ki, onun türevi olan fikrin tarîfi dahî yoktur. Bu, 'güzelliğ'i de kapsayan 'iyilik'tir. O, Eflâtun" a göre, idealar silsileimerâtibinin en üst mertebesindedir.
Bahsolunan ideanın kavram ve/ya fikir türevi, transsendentlikten transsendentalliğe geçmemiştir. Aynı şey, ahlâkın odağı 'iyiliğ'in 'ikiz'i, sanatın sıklet merkezini teşkil eden 'güzellik' için de söylenebilinir. Bu ikisine ve onların yakın akrabaları olan adâlet, hikmet, maarifet, hürlük, namus, fazîlet, iffet, cesurluk, sâdıklık, fedâkârlık, dostluk yahut kanun, düzen, düzgünlük, âhenk, orantılılık gibi idealara ve onlardan türeyen fikirlere duyulur-dünyada-karşılık, pek dolaylı dahî olsa, göstermenin imkânı ihtimâli yoktur. Zikrolunan ideaların, fikirleşmeleri ve buradan da fiilleşmeleri, başlangıçta ilahî tebliğlerden haberlerini alıp onları öğrenmemiz[5] sâyesindedir.
- Sözünü ettiğimiz başlangıç nerede, ne zaman olmuştur? Başlangıç, sözün gelişidir. Fizik-biyotik yapıdaki beşerliliğin tersine, manevî varlık olan insanlığın, zaman - mekân boyutlarına yerleştirilebilir cinsten başlangıcından bahsedilemez. Tarîfi icâbı, manevî/maneviyât, zaman - mekân boyutlarında bulunmaz, sonuçta evrim verisi olamaz. 'İnsan', bir tek, 'dünyadaki-beşerliliğ'i itibâriyle zaman ile mekânda varolabilir.
'Dünyadaki-beşer' hâliyle yaşamağa koyulan insan, basitten karmaşığa doğru yol alarak ömür boyu öğrenir. Bu durum gerek birey gerekse toplum tarihi bakımından böyledir. Nasıl, bireysel tarihinin ilk dönemlerini yaşayan beşere 'çocuk' deniliyorsa, benzer biçimde, en eski çağların toplumlarına da 'ilkel'[6] denilmiştir. Öğrenildikce karmaşıklık derecesi artar. Karmaşıklık derecesi arttıkca da, hatâlar ile günâhlar yelpâzesi renklenip genişler. Sonuçta beşerin önünde iki şık belirir: O, ya hatâları ile günâhlarında ısrar eder ya da bunlardan vazgeçerek manevî ile maddî uyarıcı mercilerin ikâzları doğrultusunda onları onarıp düzeltir.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
Ş. Teoman Duralı
[1] Akıl-zihnin 'anlama'sı onun görevidir. Anlama durumu, görev yerine getirildiği ölçüde gerçekleşir. Demekki bu durum, belirli bir görev sürecinin (Fr proces fonctionnel) verimidir.
[2] Transsendent değildir ama.
[3] L Ob~: 'Ters/i/ne', 'karşı/ya', 'dışa/rıya', 'uzağa', 'oraya', '~e/ye', '~a/ya' Obiectus/um: Dışarıya çıkarma, çıkarılan, yansıtma, yansıtılan, duyurma, duyurulan —bkz: Guido Gomez de Silva: A.g.e., 493.s.
[4] Latincesi accusare olan Yunanca kategorein, yargılamağa çağırmak, yargılamağa yönelmek demektir. Latincedeki ' a~'/' ac~'/' ad~ öneki, Türkcede yön bildirir '~a' yahut '~e' sonekine tekâbül eder ... Ankaraya, İzmirede olduğu gibi. Causa: 'Yargı', 'davâ', 'hukuk davâsı', 'mesele', ... —bkz: Xavier Zubiri: "Los Problemas...", 208.&209.syflr; ayrıca bkz: Guido Gomez de Silva: A.g.e., 15., 29.&156. syflr. 'Kategori', 'cevher'i (L substantia) tavsîf eden 'araz'dır (accidens); başka bir anlatımla 'özne'yi (subiectum) belirleyen (determinatio) 'yüklem' (prsdicatum) yahut 'nesne'dir (obiectum): "Hatice esmerdir". 'Hatice', özne; 'esmer', 'Hatice' öznesinin 'niteliğ'idir. Şu da var ki, buradaki yargıda geçen 'esmer' nitelemesi de, haddizâtında bir kavramın, dolayısıyla da cevherin türevidir: 'Esmerlik'. Varolanlaşmışların dışında, bütün varlıklar, cevher olmanın yanısıra, ona vasıf dahî olabilirler. Aristoteles, on adet 'vasıf tesbit etmişken, Kant, bunu on ikiye çıkarmıştır. Ayrıca, EK 8e bkz.
[5] Bu bağlamda, Allahın Rabb, yânî Öğretici-Yetiştirici olma vasfını anmamız icâb ediyor.
[6] Burada 'ilkellik'ten kastımız, Batı Avrupalı sömürgeciler ile antropologlarınkinden tamamıyla farklıdır. Kendilerine tamamıyla yabancı, bambaşka gözüken kültür çevrelerinde yaşayan insanları hor görme bâbında 'ilkellik'ten bahsetmişlerdir.
Yeryüzündeki varoluşlarının başlangıç safhalarında tecrübe birikimi bakımından tekmil topluluklar, mantıkca 'ilkel' olmuş olmalıydı. Bu anlamda tarihî dönemlerde ilkel topluluklardan bahsetmek imkânı kalmamıştır. Hangi kültür seviyesini idrâk ederse etsin, hiçbir toplum, insanlığın başlangıç evrelerini yansıtmaz, yansıtamaz.