1. Efsâne kahramanı Oğuz han ile oğullarının soyundan geldiklerine inanılan Oğuzlar, yirmi dört oymaktan oluşmuş bir uruktular (boylar birliği).
Gün Han, Ay Han ile Yıldız Han soyundan Bozoklar boyu on iki oymağa ayrılmıştır: Kayılar, Bayıtlar, Akaevliler, Karaevliler, Yazırlar, Dodurgalar, Döğerler, Yaparlılar, Avşarlar, Beğdilliler, Kızıklar ile Karkınlar.
Üçoklara gelince; onların da Gök Hanın, Dağ Han ile Deniz Hanın ahfâdı oldukları kanâatı hâkimdir. Üçokların on iki oymağı: Bayındırlar, Peçenekler, Çavuldurlar, Çepniler, Salgurlar, Eymürler, Alayuntlular, Yüreğirler, İğdirler, Büğdüzler, Yıvalar ile Kınıklar.
Oğuzlar, Hsiung-nuların 216'daki yıkılışından sonra kurulmuş Rurana bağlanmışlardır. Turkut yabgusu/şehzâdesi Bumin hanın önderliğinde bağımsızlıklarına kavuşup 552'de Göktürk devletini kurmuşlardır. Bumin, bilâhare inisi İstemi Hanla birlikte seferlere çıkıp fetihlerde bulunmuştur. Ölümünden kısa süre önce İstemi Han, ilkin Sıryabgu, hemen ardından Oğuz Han ünvânlarını almıştır. Göktürk devletinin daha erken devirlerinde Oğuzlar, Dokuz ile Otuz Oğuzlar olarak bölünmüşlerdir.
Göktürklerin ikiye bölünmesiyle Otuz Oğuz, batı yönünde yer değiştirmiş; sonuçta onlardan önce oralara intikâl etmiş ve kendileri gibi Hsiung-nuların yahut Hunların batı kolu olan Ogurlarla karşılaşmışlardır. Ogurlar, Hun-Bulgarların atasıdır.
Sonunda (Otuz) Oğuzlar, Türk, kısmen de İran soyundan otuzu aşkın halkı hâkimiyetleri altına almışlardır. Fakat İran kültürünün etki alanına girmekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Buna karşılık soydaşları Dokuz Oğuz da Çin etkisinde kalmıştır. Dokuz Oğuzun ayrılmasından sonra anayurtta kalanlar kendilerini Sekiz Oğuz adıyla anmışlardır.
2. Otuz Oğuzdan Sekizinci yüzyılda Üç Oğuz türemiştir. Mezkûr yüzyılda Orta Asyadan batıya kayan Sekiz Oğuz, Aral gölünden Hazar ile Karadenize dek uzanan düzlüklere yerleşmiş Üç Oğuzla karşılaşıp kaynaşmıştır. Buradan itibâren birleşmiş bir Oğuz milletinden söz etmek yerinde olur. İslâmdan önce genelde Türklerin, özelde de
Oğuzların ortak paydası dildir. İhtidâyla birlikte Türkcenin yanısıra Müslümanlık da ortak paydaya katılmıştır.
Onuncu yüzyıl sonlarında Üç ile Sekiz Oğuzlar, Aral gölü ile Hazar denizi arasındaki düzlükler ile Ceyhun - Seyhun ırmaklarının kuzeyi ile kuzey doğusundan, yanî Mâverâünnehirden harekete geçip güneye ve güney batıya İrana intikâl ederek yerleşmiş, toprak ve hayvancılıkla uğraşır olmuşlardır.[1] Öncelikle de asker olarak istihdâm edilmişlerdir. Askerlik sâyesinde güç, yetki ile itibâr kazanmış; böylelikle varolan Müslüman devletlerinin en üst idârî mertebelerine tırmanma fırsatını yakalamış, giderek varolan düzenleri devirerek yeni devletler ile siyâsî nizâmlar tesis etmişlerdir. Fars ülkesinde kurduklarının en önemlisi Selçuklu devletidir.
3. İrandan sonra Oğuzlar, peyderpey batıya yönelmişlerdir. Kâh doğrudan doğruya İrandan, kâh Suriye üstünden Anadoluya varmışlardır. Balkanlara da geçmekle birlikte, esâs yerleşip yurd edindikleri mekân Anadolu olmuştur. Öyleki, Selçuklunun halefi olarak vucut bulacak Osmanlı, Balkanların tamamını ele geçirmiş olmakla berâber, Yükseliş dönemi boyunca pâdişahlığa hazırlık mahiyetinde şehzâdeler, hep Anadolu vilâyetlerine vâlî tayîn olunmuşlardır. Buna karşılık, Balkanların idâresi, çoğunlukla Osmanlıya kendiliğinden yahut devşirme yoluyla katılmış gayrımüslim menşeli akıncılara bırakılmıştır.
4. Siyâset sanatı ile devlet nizâmını Selçukludan ve onun üzerinden İranlı Sâsânî ile Arab asıllı Abbâsîden tevârüs etmiş Osmanlı, Anadolu müdhiş bir kargaşaya batmışken, uç beğliğinden imparator devleti olmağa adım atmıştır. 1243 Kösedağ muharebesinde Anadolu Selçuklularını yenen Moğol İlhanlılar, taş üstünde taş, gövdede baş bırakmamacasına Anadoluyu istilâ etmişlerdir. Moğol mezâliminden kaçan Türkmen boyları ile oymakları Türkistandan, İrandan, Azarbaycandan, Doğu ile Orta Anadoludan kalkıp 1261 ile 1310 arasında istilâdan nisbeten masûn kalabilmiş Batı ile Kuzey batı Anadoluya yerleşerek beğlikler kurmuşlardır.[2] Öncelikle Kuzey batı Anadolu serhad boyudur. Selçuklu sultanı Gıyaseddîn İkinci Keyhusrev (saltanat: 1237 - 1246) Kayı boyu yahut oymağını Bizans kaynaklarında Bitinya diye anılan bölgenin askerî açıdan en kayda değer mıntıkasına yerleştirmiştir. Menteşe, Aydın, Saruhan ile Karesi çeşidinden gâzî beğlikler gibi, Kayılardan gelme Osmanlı da Hırıstıyan topraklarına akınlar düzenleyip kalelerini ele geçirmeğe koyulmuştur. Sonunda 1299da bağımsızlığını ilân edip Söğütü merkez kıldıktan sonra Osman Gâzî 1301de İznik (Nicaea) şehrini fethetmiştir. 1326da vefâtıyla Osman Gâzî'nin yerine oğlu Orhan Gâzî tahta çıkmış; 1326da fethettiği Bursayı Osmanlı devletinin ikinci pâyıtahtı kılmıştır. 1352de Çanakkale boğazı aşılarak Rumeliye ayak basılmıştır. Mekecenin fethi akabinde Orhan Gâzî, yolda kalmış fakîr fukaranın sığınacağı fakîrân, yabancıya kucak açan garîbân, dilencileri kabul eden miskînân, gezgin dervişleri ağarlayan dervîşân ile talebeyi barındıran tâlibân-ı ilmi içerir hânegâh inşâa ettirmiştir.[3]1326da fethedilmiş Bursayı 1331 eylülünde ziyâret eden Arap gezgin Muhammed İbn Battuta'nın (1304 - 1377) verdiği bilgilerden buranın beş yıl önce uzun süre muhasara altında tutulup da zaptedilmiş, savaş görmüş bir şehir olduğu izlenimi edinilmez. Hummalı bir imâr etkinliği hüküm sürmekteydi. Bu cümleden olmak üzre, câmi, medrese, han, kervansaray, hamâm, imârethâne, imâlâthâne, çarşı, pazar ve yeni yerleşmeğe gelenlere konut inşâa olunmaktaydı. Şehrin görünümü hızla Müslümanlaşmakla birlikte, din ile kavim farkı gözetilmeksizin herkese hayatını olduğu gibi sürdürme hakkı tanınmıştı. Hana yahut kervansaraya konuk gelenin önüne yiyecek niyetine ekmek, içeçek olaraksa keyfe göre, su yahut şarap koyulurmuş. Yine İbn Battuta'nın anlattıklarına bakılırsa, hükümdar Orhan Gâzî sefere çıkmadıkca mülkündeki şehirleri dolaşır, bir yerde de on günden fazla kalmazmış. Böylece halkın sorunlarını yerinde görüp gerekli tedbirleri vakit geçirmeden almak imkânını bulurmuş. Zaptolunan topraklar ile şehirlerin nizâm ile intizâmı gözetilmiş; kimsenin toprağına, malına mülküne dokunulmamıştır.[4] Sâdece vergiye —iltizâm—[5] bağlanmışlardır. Gerek konulmuş vergilerle gerekse belli bir miktarın üstüne çıkan topraklara el koymak sûretiyle menkul ile gayrımenkul servetin tekelde toplanmasının önlenmesine gayret edilmiştir. Bu da, zâten Kur'ân hükmü gereğiydi.[6] Söz konusu düzenden Hırıstıyan ahâlî öylesine etkilenmiş olmalı ki, kendiliğinden Osmanlıya iltihâk edenler azımsanmayacak sayılara ulaşmıştır.[7] Nitekim Müslüman Türk akıncılarının Hırıstıyan mütekâbili olan Bizanslı Rum Akritai, Gâzîlerle birlikte savaşmağa koyulup gazâ çoşkunluğu ile savaş ganimetlerini yine Akıncılarla paylaşmışlardır. Akritainin arasından Gâzî Köse Mihal, oğlu Gâzî Ali beğ, Gâzî Evrenos gibi akıncı kumandanlar temâyüz etmişlerdir. Aşıkpaşazâde'mn aktardıkarına bakılırsa, bunlardan biri olan Bursa beğinin veziri Gâzî Saroz'a Osmanlı hükümdarı Orhan Gâzî, kuvvete başvurmaya gerek bırakmadan şehri niye kendi istekleriyle teslim etmiş olduklarını sormuş; Saroz da şu cevabı vermiş: "Çeşitli sebeplerden teslim olduk. Bunlardan biri, devletiniz günden güne güçlenirken, bizlerinkisi gün be gün çaptan düşmektedir. Hepimiz bunun farkındayız. Bir başka sebep, atanız (Osman Gâzî) bize darbe indirdi; ardından başını alıp gitti. Köylerimizi mülküne —devletine— kattı. Sizlere teslim oldular. Onların nice rahata ermiş olduklarına tanık olduk. Artık bizlere ihtiyâç duymadıklarını gördük. Bizler de, işte, o rahatı arzuladık."
Gerek Bizanslı gerekse Balkanlardan Hırıstıyan zâdegân aileler hızla ve tereddütsüzce Osmanlı idâresinin en üst mertebelerine tırmanıp yerleşmişlerdir. En çarpıcı örneklerden birinden bahsedelim. 1389 Kosova meydan muharebesinde Osmanlı sultanı Birinci Murat kumandasındaki Osmanlı Türk ordusuna yenilen Sırpların efsânevî hükümdârı Lazar Hrebelyavoniç, vuruşmada can vermiştir. Onun oğlu ve halefi sıfatıyla Osmanlı hâkimiyeti altındaki Sırbistanın kralı olan Stefan Lazareviç (Lazar II), Birinci Murad'ın ardından tahta oturan oğlu Yıldırım (I.) Bayazıt'ın yoldaşı, silâh arkadaşı olmuştur. O kadar ki Stefan, 1402 Ankara muharebesinde Yıldırım'ın yanında Timurlenk'e (1336 - 1405) karşı cansiperâne savaşmıştır. Stefan, kumandasındaki Sırp birlikleriyle, askerleri tarafından terkedilmiş hâlde tek başına kalakalmış Yıldırım'ın yanında ümitsizce vuruşmağa devam etmiştir. Sonunda Yıldırım'ı ricata iknâ edemeyince, ister istemez elinde kalmış pek az sayıdaki askeriyle muharebe meydanından çekilmek zorunda kalmıştır. Yıldırım da Timurlenk'e esîr düşmüştür.
Osmanlının seçkinci ve dinî ile kavmî ayırım gözetmeyen siyâsetine çarpıcı bir örnek daha: Yıllardan 1453; tarih, 29 mayıs. Yirmi bir yaşındaki Fatih Sultan II. Mehmet kumandasında Osmanlı Türk ordusu Istanbula girmektedir. Surlar ve onların hemen dibi iki taraftan savaşta ölmüş askerlerin naaşlarıyla dolu. Naaşların arasında devleti ile davâsı uğruna vuruşurken canını fedâ etmiş Bizansın son imparatoru ve başkumandanı XI. Konstantin (Drages) Palaiologos (1404 - 1453) da bulunmaktadır. Fatih, er meydanında can vermiş Onbirinci Konstantin'i şanına, şerefine uygun tarzda defnettirmiştir.
İmparator, iki kere evlenmiş olmasına rağmen, çocuksuzdu. Bizans fethedilmeyip Konstantin de imparator kalsaydı, ağabeğinin üç oğlundan muhtemelen en yaşlısı tahtın vârisi olacaktı. Ama öyle olmadı. Kaderin cilvesi, üç kardeş çocuğu şehzâde, artık, Fatih'in hizmetindedir.
Konstantin'in Enderûnda eğitim görmüş üç kardeş çocuğundan biri, yeni adıyla Mesîh Paşa, Istanbulun fethinden on yedi yıl sonra, 1470de yirmi yedi yaşındayken Osmanlı donanmasının kumandanlığına ve Geliboluya sancak beği atanmıştır. 1481de de Mesîh Paşa, Fatih'in oğlu ve halefi II. Bayazıt tarafından vezîriazamlığa tayîn olunmuştur. Bu makamda iki yıl kalmıştır. 1499da onu tekrar aynı mevkide görüyoruz. 1501de mezkûr makamdayken vefât etmiştir.
Mesîh Paşanın inisi, Fatih'in muhabbetini kazamış, yeni adıyla Has Murat Paşa, 1472de henüz on dokuz yaşındayken, ilk görevi olan, Rumeli beğlerbeğliğine getirilmiştir. Akkoyunluların beği Uzun Hasan'a (1423 - 1478) karşı tertiplenmiş seferde Fatih Sultan Mehmet ordusunda cenâh kumandanıyken Doğu Anadoluda Fıratı geçerken 4 ağustos 1473te tuzağa düşürülerek şehid edilmiştir.
Üçüncü kardeşe ne olduğu tam olarak bilinmiyor.
5. İmdi, genişleme, yayılma devrinde Osmanlı Türkü, ele geçirdiği topraklarda yaşayanlarla dil, din, kavim farkı gözetmeksizin, 'istimâlet'[8] denilen, uyuşma, uzlaşma siyâseti gütmüştür. Böyle bir siyâsetin başta gelen sebebi özge dinlerden, bu arada özellikle de Hırıstıyanlıktan farklı olarak İslâmda dinyayma şartınının koşuluyor olmamasıdır. İslâma dâvet ve özendirme çabası var; ama zorlama yok. Hedef, tek tek bireyleri Müslüman kılmaktan ziyâde, toplum-siyâset-iktisât düzenini değiştirip 'âdil-nizâm- medinesi'nin ihdâsıdır: 'Dârülislâm'. Osmanlı Türklüğü bahsi geçen ülkünün bayrakdarıdır. Onun bu uzun soluklu idâresine Tourkokratia, demekki 'Türk hâkimiyet sahası', adâlet nizâmına da Pax Ottomanica, yânî 'Osmanlı barışı' yahut 'huzuru' denmiştir. Huzuru sağlayan başlıca etkenlerden biri, devletin çatısı altında birarada yaşayan halkların örfüne, âdetine, diline, dini ile geçmişine duyulan, gösterilen saygıdır. Bunun eşsizliğinin, benzersizliğinin en göz alıcı örneği, değiştirilmemiş yer adlarıdır. Roma- Bizansın pâyitahtı aynı kaldığı gibi, adına bile dokunulmamıştır: Konstantinopolisten Kons-tantiniye.[9]
Öncelikle adâlet kavrayışı ve ondan esinlenmiş hukuk cihetinden Türklüğün, gerek din gerekse medeniyet itibâriyle İslâmla imtizâcının en seçik örneğini özellikle erken ve nisbeten orta devir Osmanlı tarihi sunmaktadır. Bu, öylesine bir kaynaşmışlık ki, ikisi, birbiriyle et ile tırnak mesâbesindedir. İslâm ile Oğuz Türkünün imtizâcı, Osmanlı devlet düzenini ortaya çıkarmıştır. Bu devlet düzeninin yönlendiricisi ile yöneticisi, önderi ile öncüsü Osmanlı hânedânıdır. "Altı asırda Osmanlı hânedânından otuz altı hükümdar çıkmıştır. Adı anılan hânedânsız imparatorluk varolamazdı. Buna karşılık, hânedânının değişmesi, sözgelişi, bir İngiltereyi devlet olarak çökertmezdi. Osmanlı imparatorluğuçin durum böyle olmamıştır." İmdi, kargaşayı, ayaklanma ile iç savaşı önlemek, dolayısıyla devletin birliğini, dirliği ile sürekliliğini sağlamak maksadıyla Fatih Sultan Mehmet, Kurâ'nî ilkeye[10] aykırı ve sonuçları korkunc olan bir kanun çıkarmıştır: "Allahın, pâdişahlığı nasîb ettiği oğullarımdan biri, devletin esenliğiçin kardeşlerini katletmeğe kanunca mezûndur."[11]
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
[1] Bkz: "Die Oghusen und ihre Untergruppen", www.Infomia.com/wiki, index, Oghusen.
[2] Bkz: Halil İnalcık: 'The Question of the Emergence of the Ottomabn State", 71. - 79.syflr.
[3] Bkz: Heath H. Lowry: "The Nature of the Early Ottoman State", 73.s.
[4] Bkz: Heath H. Lowry: "The Nature of the Early Ottoman State", 54. - 94.syflr.
[5] "Lüzûm kökünden türeyen iltizâm sözlükte 'gerekli sayma, üzerine alma, bir tarafı tutma' gibi anlamlara gelir. Terim olarak 'özel bir şahsın devlete ait herhangi bir vergi gelirini toplamayı belirli bir yıllık bedel karşılığında üzerine alması' demektir. Bu işi yapan kişiye mültezim denir. İltizâmla eş anlamlı olarak deruhte, füruht, ihâle ve taahhüd tabirleri de kullanılmıştır. Günümüzün deyimiyle vergilendirmenin bir tür özelleştirilmesi şeklinde nitelenebilecek olan iltizâm, ziraî toplumun hâkim olduğu dönemin yaygın bir uygulaması şeklinde ilkçağdan XX. Yüzyılın başlarına kadar dünyanın pek çok ülkesinde kullanılmış bir vergilendirme metodur.
Devlet için vergilendirmenin başlıca iki yolu vardır. Bunlardan biri, günümüzde hemen her devlette olduğu gibi maaşlı memur kadrolarıyla vergilendirme yapılması, diğeriyse vergilendirme görevinin özel teşebbüs gibi hareket eden kişilere belirli şartlarda devredilmesidir. Bu iki metot, vergilendirmede devletin kullanabileceği mekanizmaların iki ideal şematik kutbudur... Osmanlılar, emânet ve iltizâm usulleri diye adlandırdıkları bu metotların her ikisini de kullanmışlardır. Ancak, başlangıçtan itibâren iltizâmı emânete tercih etmişler ve tercihlerini XIX. Yüzyılın ortalarına kadar pek değiştirmemişlerdir..." —Mehmet Genç: "İltizâm", 154.s.
[6] Bkz: "Allahın o kent halklarından Peygâmberine verdiği fey ganîmetleri, Allaha, Peygâmbere, akrabâlara, yetimlere, yoksullar ile yolda kalanlara aittir. Böylece o mallar yalnızca zenginler arasında dolaşan servet olmaz..." (7). "... Kim nefsinin açgözlülüğünden korunursa, o, kurtuluşa erecektir" — Haşr/59 (9).
[7] Osmanlıya katılan başta Rum olmak üzre, çok sayıda Hırıstıyan kumandan ile asker, Müslümanlarla evlenerek soyca onlara karışmışlardır. Böyle karma evliliklerden doğmuş çocuklara Rumlar, mikso- barbaroi, yanî 'barbar kırmaları' demişler —Bkz: Heath H. Lowry: A.g.e, 94.s.
[8] "Sözlük anlamı 'meylettirme, cezbetme, gönüll alma' olan istimâlet, Osmanlı kroniklerinde 'halkı, özellikle de gayrımüslim tabaayı gözetme, onlara karşı hoşgörülü davranma, raiyyetperver- lik' manâsında kullanılmıştır. Fethedilen yerlerin halkına iyi davranma, onları himâye etme, dış düşmanlara karşı can ve mal güvenliğini sağlama, dinî konularda serbestiyet verme, vergi hususunda kolaylık gösterme Osmanlı istimâletinin başlıca unsurlarıdır. Aslında Kurbânda — Tevbe/9(60) — 'müellefe-i kulûb' şeklinde ifâde edilen istimâlet siyâseti Osmanlı fetihlerini kolaylaştıran önemli bir ilke olarak benimsenmiştir. Osmanlı Beyliğinin, Selçuklulardan devraldığı bu siyâset Bitinya bölgesindeki Bizans tekfurlarıyla iyi geçinme, yerli halkın kalbini kazanma şeklinde daha kuruluş yıllarında uygulanmış ve Mihaloğulları gibi, Osmanlı askerî tarihinde önemli rol oynayan bir akıncı ailesinin kazanılması örneğinde görüldüğü üzere olumlu sonuçlar vermiştir.
... Kalıcı Osmanlı fetihleri muayyen safhalardan geçerek gerçekleşmekteydi. Halil İnalcık'a göre önce haraçgüzârlık devri başlar, bunu alışma dönemi takip eder, daha sonra halkın memnun olmadığı yerli hânedanın barışcı yollarla bertaraf edilmesine sıra gelirdi. Ancak, eski idarî uygulamalar bütünüyle ve ânî bir şekilde kaldıırılmayıp Osmanlı sistemine intibak ettirilir, angarya niteliğindeki ağır mükellefiyetler kaldırılırdı. Dinî kurumlar ve hiyerarşiler, sınıfların statüleri, idarî taksimat ve gelenekler korunur, timar rejimine yabancı olmayan askerî zümreler Osmanlı timar sistemine dahil edilirdi. Böylece öteden beri Katolik baskısından, yerli beylerin ve voyvodaların tahakkkümünden bıkan halk, bu uygulamalar sâyesinde Osmanlı tabaasıyla uyum sağlar ve Osmanlılık kavramı etrafında birleşirdi.
Osmanlıların bu uygulamalarını hoşgörü kavramıyla açıklayan bazı yabancı tarihciler, Balkanlardaki Türk fetihleri sonucunda Arnavutların, Bizans ve Sırp baskısından kurtulduğuna, asimilasyonun engellendiğine, Sırp kilisesinin üstünlüğünün kırıldığına işâret etmişlerdir ..." —Mücteba İlgürel: "İstimâlet", 362. s.
[9] Askerî dehân ve yiğitliğinle fethettiğin Roma-Bizans devletinin pâyitahtı, kurucusunun adıyla anılır Konstantinopolisin ismini değiştirmiyorsun —: Konstantiniye. O devletin din ile medeniyet remzi (symbole), bir mimârlık şaheseri Ayasofyayı hikmetisebebine uygun biçimde, demekki yine ibâdet gâyesine yönelik kullanacaksın. En azından ibâdethânede resmedilmiş inancına aykırı dinî tasvîrleri sil. Hayır! Onlara dahî tahammül gösterir, bir tek, zarar vermemek kaydıyla üstlerini örtersin. İşte: Âdil-Nizâm-Medinesi!
[10] Bkz: "... Haksızca bir insan öldüren bütün insanlığı katletmiş sayılır..." — Mâide/5(32).
[11] Halil İnalcık: "The Ottoman Empire/ The Classical Age 1300 - 1600, VIII. Bölüm: "The Manner of Accession to the Throne", 59.s.