I - GENEL ÇİZGİLERİYLE ORTAÇAĞ DÜŞÜNCESİ
Aşağı yukarı Onbeşinci yüzyıla değin doğa araştırmacılarına kılavuzluk edecek başlıca ilkelerin Aristoteles tarafından tesbit edildikleri görülür. Onda On- sekizinci ile Ondokuzuncu yüzyıllarda canlıyla ilgili güçlü şekilde ileri sürülecek gâyeli (Fr teleologique) görüşüne de, doğanın 'tutumlu' (Fr economique) olduğu düşüncesine de rastgelinir. Ona göre, doğada gereksiz hiçbir iş görülmediği gibi, yine orada her şey kavranabilir kurallara uygun tarzda yürür. Yürümediğinde de —hastalık gibi— olağandışı olaylar yahut durumlar belirir.
Ne var ki, bütün bu söylenenler, Aristoteles'in çağı ile Onbeşinci yahut Onal- tıncı yüzyıl arasında hiçbir çalışma yapılmadı demek değil. Hele Ortaçağda düşünce etkinliğinin gerilemiş bulunduğu, gözlem ile deneye dayalı araştırmalara girişilmemiş, özgün eserlerin kaleme alınmamış olduğu çeşidinden sanılar, günümüzde geçerliliklerini gitgide yitirmiş görünüyorlar.[i] Gerçi Müslümanlığa da Hırıstıyanlığa da dayalı dünyagörüşlerinin etkili bulunduğu çevrelerde yetişmiş bahse konu çağdaki düşünürlerin yahut doğa araştırmacılarının hemen hepsinin kalkış noktasını, başta Eflâtun ile Aristoteles olmak üzre, Eskiçağ düşünürleri oluşturmuştur. Bundan daha da doğal bir durum düşünülemez. Çünkü, her düşünce çığırı, kendinden öncekinin değerlerini devralıp zenginleştirerek arkasından gelene aktarır. İşte, Ortaçağ düşünürleri de, Eskiçağın düşünce mirasına konup onu kendi çağlarının maddî ile manevî şartları çerçevesinde yoğurup yer yer de değişikliklere uğratarak özgün birleştirimlere/sentezlere varmışlardır. Ortaçağ düşünürünün en belirgin niteliği, Tanrıya imândan kalkmasında, aldığı her konuyu yine oraya geri götürmesinde görülebilir. Bu bakımdan varlık düşüncesinin kendisinde önemli değişiklik meydana gelmiştir. Anaksimandros, Anaksagoras, Herakleitos, Empedokles ile Demokritos gibi düşünürler, varolanı oluş aracılığıyla açıklamağa çalışmış olmalarına karşılık bu, Ortaçağda da Tanrı adı altında tanınan en yüce Varlık yönünden anlaşılmağa çabalanmıştır. Aslında, Ortaçağdaki bu durum, büsbütün yeni sayılmaz. Çünkü Stoacıların, Parmenides'ten, Eflâtun ile Aristoteles'ten devralıp inceden inceye işlemiş oldukları, sonradan da Ortaçağ düşünürlerine devrettikleri görüşler, temel ilke yahut düpedüz, Tanrı düşüncesini içeriyordu. Bu en uluğ varlık, başkaca dendikte, Tanrı[ii] düşüncesi, Eflâtunda ideaların ideası, Aristoteles'te yüceler yücesi İlk kımıldatıcı, Stoacılarda bütün oluşlara yol açıp varlıklar evrenindeki düzeni sağlayan Doğa, Plotinos'ta da varolanların tümünün kendisinden türedikleri en kutlu Bir biçimlerinde anlatıma kavuşarak kutsal kitaplarda vahiy yoluyla dile gelen Tanrının, düşünceyle algılanmasına imkân hazırlamışlardır.[iii] Ancak, Tanrı burada artık yalnızca İlk kımıldatıcı neden, en uluğ, en güçlü varlık olmakla kalmayıp süreklice yaratan, durmadan düzenleyen varlık olma niteliğini de kazanmıştır. Bundan dolayı varlık yahut varolan kabulü, yerini yaratığa bırakmıştır. Her yaratık (Ar mahlûk, L creatura) kendikendini (L ens a se) sonsuzca vareden Yaradanın (Ar Hâlik; L Creator) inâyetiyle (L gratia) Ondan türer. Sudur (L emanatio) da basamaklar hâlindedir. Bu bakımdan Farabî, İbn Sînâ, İbn Rüşd, Aquinolu Thomas gibi Ortaçağ ile Eflâtun, Aristoteles, Plotinos, Galenos misâli kimi Eskiçağ metafizikcileri veya filosof-bilimadamları arasında benzerlik bulunur. Aralarındaki birtakım ince ayırımlar göz önüne alınmazsa, onların hepsi de varolanların, birbirleriyle bağlantılı olduklarını öne sürmüştür.
II - CANLININ FARABÎ TARAFINDAN ELE ALINIŞI
Farabî, doğal cisimleri, katışıksız —basit— ile katışık —karmaşık— olmak üzre ikiye ayırmıştır. "Katışıksız olanlarınki, kendilerinden başka cisimlerin varlığından olmayan cisimlerdir. Hayvan ile bitki gibi, katışık olanların varlığı, kendilerinden başka cisimleri de barındırır."[4]
Ne var ki, Farabî doğal cisimlere varmadan önce, bütün cisimleri, Aristoteles gibi, iki ana bölümde toplamıştır:
- "Cisimler, ya yapmadır ya da doğal."[5]
- "Yapma cisimler cam, kılınç, sedir, giyim kuşam eşyâsı nevinden varlığı, insanın istemesine, sınaatına bağlı şeylerdir."[6]
- "Gök, yeryüzü, bu ikisinin arasındaki bitki ile hayvan çeşidinden doğal cisimler (ecsâm-u tabîîye), insanın istemesinden bağımsızdırlar."[7]
- "Yapma cisimlerin kendileriçin varoldukları şeyler (nedenler), onların yapılmasındaki gayelerdir. Sözgelişi giyim eşyâsı, giyilmek; kılınç, döğüşmek; sedir, yerin neminden korunmakiçin yapılmıştır. Doğal cisimler de böyledir. Çünkü onların her biri, ancak belli bir gayeye yönelik var edilmiştir."[8]
İster yapma, ister doğal olsun, cisimlerin tümü de maddenin (hilkat) biçim (sûret) kazanmasıyla meydana gelir. Maddelerin biçim almalarıyla ortaya çıkan, yapma (sunî) cisimse, bunu yapana yapıcı (fâil); doğal (tabii) ise, bunu varedene Yaradan (Hâlik) denir.[9]
Böylece başlangıcı ile sonu bulunmayan (Ar lâmebâdî, nâmutenâhî), eksiksiz gediksiz en tümel (küllî) Varlıktan sonlu (mutenâhî) varolanlar (mevcûdât) olagelir (hudûs). O, önde olan, önce gelendir (mutekaddim). Bütün varolanlarsa, Ondan sonra gelirler (muteahhir). Lâkin onlar da kendi aralarında nefs/ruh seviyelerine göre derecelenirler.[10] Ruh kuvvetleri yahut seviyeleriyse, aşağıdan yukarıya doğru birbirlerine göre madde ile biçim durumundadırlar. Hayvan ile insan nefslerinin gelişmesiyle meydana gelerek en üstte, en yüksekte bulunan düşünme melekesi, maddî olmayıp bütün biçimlerin biçimidir. Hayvan nefsleri, bedenlerinden hiçbir şekilde kopamadıklarından, özlerini (zât) düşünemeyeceklerini Farabî'den öğreniyoruz. Düşünme, kendini maddeden soyutlayabilen akıl sâhibi varlıkca başarılabilir. İnsanın da 'hâlis öz'ü (zât-ul-hakîkî), yine Farabî ye bakılırsa, ruh evreninden aldığı akıldır.[11]
Görüldüğü gibi, oluş dünyasında bütün olup bitenler, Farabî'nin indinde zorunlulukla mutlak iyilik olan İlk nedenden türeyip —sözgelişi madde, yaratıcı aklın etkisiyle biçimden biçime geçerek— Ona basamak basamak ulaşmak gâyesindedirler. Böylelikle burada zorunlu bir gidişin iş başında bulunduğu göze çarpar.
III - CANLININ, FARABÎ SONRASI ORTAÇAĞ DÜŞÜNÜRLERİNCE ELE ALINIŞI
Çeşitli alanlarda, özellikle de canlılarla ilgili olarak, girişmiş bulunduğu gözlemler ile deneylerden de yararlanarak, Farabî'den devraldığı düşünceleri pekiştirip daha genişce düzenlemiş olan tarihin önde gelen, Onbirinci yüzyıl, filosof- bilimadamlarından Ebû Ali İbn Sînâ da, Onikinci yüzyılın filosof-bilimadamı Ebu'l-Velid Muhammed İbn Rüşd de, Ortaçağ Hırıstıyan filosofları da doğayı yukarıda temâs edilmiş olan bellibaşlı ilkelere bağlı kalarak yorumlamışlardır.[12] Buna göre Aristoteles'in, Plotinos ile Yeni-Eflâtuncuların etkisiyle Eflâtunda varmış gibi görülen bellibelirsiz ikilik aşılmıştır. Doğadaki cansızlar ile canlılar arasında özce değil, nitelikce ayrılık bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır. Sonuçta hepsini Tanrı yaratmıştır. Bu bakımdan Aquinolu Thomas gibi kimi Ortaçağ filosofları Tanrının düşünülmesi ile bilinmesine ağırlık tanımışlardır. Bu filosoflara göre Onu bilirsek, yarattığı doğayı da bilebiliriz. Ne var ki Ortaçağın sonlarına doğru, tümelin yerine, tek tek varolanların incelenmesi görüşü öncelik kazanacaktır. İbn Sînâ'nın, öncelikle de İbn Rüşd'ün etkileriyle Onüçüncü yüzyılda yaşamış Roger Bacon ile Ondördüncü yüzyılın önde gelen filosofu Ockhamlı William, Onbeşinci yüzyılın sonlarında da Alman doğa araştırmacısı Bombastus von Hohenheim Paracelsus, bilginin, deney verilerinden çekip çıkarılması gereğini savunmuşlardır.
Bu gelişme bir taraftan çağımız bilim anlayışının doğuşunu hazırlarken, öte yanda Ortaçağın düşünce geleneğinin en çarpıcı özelliklerinden olan birliği bozmuştur. Gerçekten de söz konusu çağın düşünce geleneğinde kesiklik kopukluk yok gibidir. Bugünün fizikcisini, kimyacısını, biyologunu andırırcasına, o çağın her bir düşünürü, kendine selef durumdaki birinin eserini alıp geliştirmek kaygısıyla hareket etmiştir. Oysa Yeniçağla birlikte tek tek her düşünür, nesnel ısbatlanabilir doğruların kendi tekelinde bulunduğu kanısında olup başkalarına ters düşen bir metafizik sistem kurmaktan çekinmemiştir.[13]
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Hayatın Anatomisi – Canlılar Bilimi Felsefesi – Evrim ve Ötesi' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
Ş. Teoman Duralı
[i] Bkz: Ernst von Aster: "Die Türken in der Geschichte der Philosophie", 2. — 3. syflr.; " Türkischer
Geschichtskongress"te.
[ii] 'En Yüce İyi' ("Hayr-ul Ala").
[iii] Bkz: Theodor Ballauff: "Geschichte der Biologie: Die Wissenschaft vom Leben", 89. s.
[4] Ebû Nâsır Muhammed Farabî: "İlimlerin Sayımı", 110. s. —İhtar: Ahmet Ateş'in (1917 — 1966), Arapca aslından Türkceleştirmiş olduğu Farabînin "İlimlerin Sayımı" başlıklı eserde geçen ıstılahların kimisi burada, günümüzün terminolojisiyle bağdaştırılmağa çalışılmıştır.
[5] Farabî: "İlimlerin Sayımı", 105. s.
[6] Farabî: a.g.e., 106. s.
[7] Farabî: a.g.e., 107. s.
[8] Farabî: a.g.e., 108. s. —Krz: Farabîninmezkûr görüşünü Aristoteles'in telosu, Iskolastiklerin de causa finalisiyle.
[9] Bkz: Farabî: a.g.e., 110. ve 116. syflr.
[10] Bkz: Farabî: a.g.e., 116. — 117. syflr.
[11] Bkz: Cavit Sunar: "İslâmda Felsefe ve Farabî" I. cilt, 65. s.
[12] Bkz: Cavit Sunar: a.g.e., I. cilt, 23. — 33. syflr.; II. cilt, "Giriş" ve "Sonuç" Bölümleri.
[13] Bkz: Ernst von Aster: "Die Türken in der Geschichte der Philosophie", 4. — 5. syflr.