(a) Alışılagelinmiş tıptaki —tıp ahlâkı gereğince— şefkatlı hemşire, muhabbet dolu hekim — hasta, demek ki sıcak insan — insan ilişkisinin yerini çağdaştakinde hasta ile âlet—edevât—cihaz şebekesi alır. Trafik kolluk memuru misâli hekimin ödevi, hastayı gerekli görülen bir cihazdan öbürüne yönlendirmekten ibârettir. Cihaza yönlendirdiği gibi, oradan çıkan biçimsel mekanik sonuçları yorumlayıp açıklar. Şu hâlde hastayla, yânî insanla bağı bağlantısı bulunmaz. İnsana en ziyâdesiyle ilişik mesele insandışı yollardan hâlledilmeğe çalışılıyor. Niye? Zirâ insan, beşere; beşerle kalsa yine çok iyi; sonuçta makina derekesine indiriliyor.
- İnsana en yakın duran, onunla en fazla ilgili üçlüden biri hekim —öbür ikisiyse, öğretmen ile din adamı—rahiptir. Haddizâtında sağaltıcılık, öğretim ile manevî—ruhânî ihtiyâcın karşılanması çağlar boyu, anhası minhasıyla kırk yıl öncesine değin yeryüzümüzün nisbeten ücrâ köşe bucağında aynı kişi tarafından üstlenilirdi. Hippokrates' ten itibâren dindışı positiv tıpla birlikte Yunanda, ardından İslâm âlemi ile Yeniçağ Avrupasında hekim, öğreten ile dinadamı—rahip ayrışmışlardır. Bununla birlikte Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğine değin uzvî/organik çizgiler taşır hakîm/bilge kişiliğiyle hekim, ilahiyâtı çağrıştırırdı. Nitekim 'hekim', Pitagoras'ın, Herakleitos ile Eflâtunun indinde velî raddesinde telâkkî olunan 'üstün bilge, sofosun Arapca mütekâbili ve Kur'ân'daysa Allah'ın adları (esmây-ı hüsnâ) arasında zikrolunan hakîmin[i] Türkçe telâffuza uydurulmuş şeklidir. İnsanın en üstün vasfı akılyürüterek vargıya ulaşmak demek olan 'yargılamak'ın Arapcası HKM (j^-: Yargıladı) fiil kökünden türe/til/miş isimler hüküm, hakîm, hâkim, hakem, hükümran, hükûmet, tahakküm, muhakeme, mahkeme v.b.
Hakîm unvânıyla taltîf olunan tabip, şu hâlde, nedir, kimdir, n'eyler ki, böylesine yüceltilmiş? İlkin, insanla ilgili ne varsa, onunla uğraşır. Fizyoloji, morfoloji, bağışıklık düzeni, metabolisma, doğum, kadın hastalıkları, sakatlanma, zehirlenme, kısacası insanın bütün beşerî taraflarıyla olduğu kadar; inanç, duygu, duyarlılık, dil, zihin ile akıl sağlığı, öyleki sıyâset ile iktisat, demek ki tekmil insanî cephesiyle de sıkı sıkıya ilgilidir. Üstün bilgin olup aynı zamanda sanat sezgisi ve —özellikle cerrahsa— el maharetine mâliktir. Hekimlikte haddızâtında akıl kudreti — zekâ kıvraklığı — el uzluğu üçlüsü işbaşındadır. Akıl kudretinin önemli yapıtaşı, sezgi de, kılavuzluk ödevini üstlenerek sorunu ânında çözdürecek hedefe zekâyı yöneltir. Sorunu çözdürecek âletse, eldir.
ANILARDAKİ UZVÎ/ORGANİK İNSANÎ TIP
Yukarıda teorik tarzda ifâde ettiğimiz görüşü bir yaşantıyla açıp aydınlatmakta yarar var:
- Yıl 1971. Sıcak bir temmuz günü. Sabahın erinde Afganistan ile Pakistan'da görülen karoserisi ahşap tipik bir şehirlerarası otobüsün yüklük olarak kullanılan denkler ve torbalarla dolu çatısında Celâlâbât'tan 107 kmlik yola çıktım. İki bin küsûr yıl önce Büyük İskender kumandasında Makedon ordusunun da katettiği 1027 m yükseklikteki Hayber geçidini aşarak öğleden az sonra Pakistan'ın serhat şehri Peşavere vardım.
Havameydanına alçalan uçak misali, Hayber yoluyla Afganistan'dan Pakistan'a gidiş, zirveden zirveye zıplayarak inişe geçmek gibi bir şey. Öylesine dudak uçuklatıcı tehlikeli, yaban güzeli bir çevre ve manzara ki... Nereye benzetebilirim? Belki Van ile Hakkari arasındaki yolun manzarasına. Tabii, Van-Hakkari arası Hayber'in minik timsali (Fr miniature).
Kuru sıcak Afgan yaylasından Hayber'i aşarak Pencab düzlüğüne inmek hamama girmeğe benzer. O tarihte benim gibi gencin bile dayanamayacağı ıslak, vıcık vıcık nem derecesi tavan yapan, boğucu nemli bir sıcak. Peşavere vardıktan az sonra şiddetli mide kasılmaları ile bulantıdan muzdaribim. Büyük abdest cihetinde ishal kendini duyuruyor. Sardı mı beni bir korku! Afganistan'a alışmış, hatta gönül bağı peydahlanmıştı. Oysa bura bana iklimden başlamak üzre, alabildiğine ters ve yabancı geliyor. Yad ellerde bir başıma, üstelik kadının şefkatli bakımından yoksun bir halde, kolera cinsinden ağır bir hastalığa mı yakalanıyordum. Hastane yahut en azından sağlık ocağı bulma umuduyla her iki yanı açık şehiriçi otobüse bindim. Önde, sürücünün solunda —arabanın dümeni İngiliz usulü sağda— ayakta duruyor, geçtiğimiz yerleri seyrediyor, bir taraftan da göz ucuyla sürücüyü süzüyordum. Hintlilere mahsûs parlak kapkara uzunca saçlı, orta boylu, ince endamlı, benden birkaç yaş büyük, yirmi altısında, yedisinde olmalı, ciddî tavırlı bir genç. Duraklardan birinde durdu. Başını sola çevirerek kapıya baktı. İnip binen olmayınca ister istemez gözü bana ilişti. Kaşlarını hafîf çatarak "İngiliz misiniz?" diye sordu. "Hayır" cevabını verdim. "Ha, o halde İskandinavyadan geliyorsunuz" diye lafı uzattı. "Türküm" dedim. "Şu durumda sorun yok; o demin dediğim yerlerin birinden geleydiniz, aman, uyuşturucuya hamle etmeyiniz, diye uyaracaktım; zira burada bu, idamla cezalandırılır; Afganistan'a benzemeyiz yanî." Adı Muhip. Sosyoloji mezunuymuş. Öğrenimiyle mütenasib iş bulamayınca belediye otobus sürücülüğüne talim etmek zorunda kalmış. "Al sana, Türkiye'ye ihtar" diye içimden geçirdim: "Bol keseden üniversite açarsan, işte böyle nitelikli işsiz üretirsin." Nitekim üstün zekamız sayesinde otuz yıl gecikmeyle bahse konu hatayı tekrarladık. Neyse sohbetimize kaldığımız yerden devamla, "Bir uyuşturucu eksik kalmıştı; kellem patlayacak, midem de ağzımdan akacak adeta" dedim. "Üç saat bekleyecek takatınız varmı? Nöbetim ikindi üç buçukta bitiyor da. Otobüsü garaja götürüp orada nöbeti devralacak sürücüye teslim ettikten sonra babama gideriz. Şehrin birkaç km dışında oturuyor. Hekimdir!" Buyurunuz; kendimi bunca yalnız, terk edilmiş, çaresiz duyumlarken, Allah bana az biraz sertce "Ey ebleh Şaban'ım, sana şahdamarından da yakın olduğumu söylememiş miydim?" diyerek kendini hatırlatıverdi. Muhip'le karşılaşmam, üstüne üstlük babasının hekim çıkması olayını başka nasıl yorumlayabilirim ki? Dediği gibi yaptık. Arabayı nöbeti devralana teslim ettikten sonra baba evinin yolunu tuttuk. Şehrin epeyi dışında yeşillikler ortasında eski İngiliz sömürge dönemi altı kâgir, üstü ahşap bir Hint evi. Gıcırdayan tahta bağçe kapısını iterek açtı. Arnavutkaldırımıvârî yolu izleyerek evin kapısına ulaştık. Tokmağı üç dört kere vurdu. Ak saçlı, altmışlarında, şişmanca bir hanım açtı. Babanın ya karısı ya da bakıcısı. Dehlizi andırır koridorun ucunda gözüken ak saçların kapladığı uzunca arî biçimli başı hafîfce öne eğik, âşikâr hatların enine kestiği alnı yüksek, beli bükük, rahat yetmişlerinin sonunu süren, bir beğefendi bize yaklaşıyor. İkimiz de elini öptük. Ardından bağçeye çıktık. Koca manolya ağacının gölgesindeki sıraya oturduk. Dr. Zakir'in saatlarca geçmiş günlerden, İngiliz sömürge idâresi (İng British Raj) döneminde okullarından, Lahor'da gördüğü çifte —geleneksel Hint ile çağdaş Avrupamerika— tıp öğreniminden, Hindistan'ın parçalanışında yaşananlardan dem vurdu. O ne sıcak muhabbet, vukûf, ilim, irfân. Hakîmliği kömür karası iri yuvarlak gözlerinin derinliklerinden çağlaya çağlaya fışkıran bakışlarına yansıyordu. Edep, iffet, terbiye, basiret, ölçülülük ile saygıdeğerlilik kişiliğinin yapıtaşları olmalı. Elini, kolunu, yüz hatları ile gözlerini oynatmaksızın vakar ve vukûfla, ama asla ukalâlığa, züppeliğe tevessül etmeksizin, gerek bize çay, börek, çörek, peksimet taşıyan ak saçlı hanıma hitâb ettiği Pencâbca gerekse özellikle de belli belirsiz Hint şivesiyle konuştuğu İngilizce yoluyla yalnızca kendine saygı duyurmayıp insana hani neredeyse "yahu bu, ne de tatlı ve ifâde gücü yüksek bir dilmiş" dedirtiyor; huzur verip güven aşılıyor. Brahman'a mahsûs uluğ ruh (S mahatma), Zakir beğin (Mir Zakir) konuşuşunda yankılanıyordu.
Akşam hava kararmağa yüz tutmuştu. Zakir Abbas Han, hanıma seslendi. O da buyruğa uyup içinde mum yanan iki kâse getirdi. Çay fincanlarımızın durduğu önümüzdeki sehbâya koydu. İşte o ân saatlardır orada oturmaklığımın farkına vararak artık izin isteme vaktının gelip çattığını bilfarz anlayıverdim. Gerçekten de bunca saat orada büyülenmişcesine çakılıkalmışım. Müsâade istedim. Kalktım. Kolumdan muhabbetle tutarak evin eşiğine yöneltti. Kapı üstü fenerinin orta hâlli ışığında işâret ile orta parmağıyla açık tuttuğu sağ gözümü birkaç dakka muayene etti. "Midenizden haylı şikâyetiniz var" demez mi! "Çehrenizden de bunu epeydir okumaktayım. Bet benziniz atmış gözüküyor." Hâlbuki bulunduğum sürece sağlığımdan zerrece bahsaçılmadı. Bana herhangi izâhta, nedensel açıklamalarda bulunmaksızın, tekrar kadına seslendi. Pencâbca bir iki sözle merâmını ifâde etti. Beş dakkada kadın elinde kese kâğıdıyla kapıda arz endâm ediverdi. Kese kâğıdında neyin nesi olduğunu çözemediğim ince kıyım ot vardı. "Gecelediğiniz handa hizmetliye veriniz; size bunları kaynatıp demletsin. Demlikte kalmamacasına çayı içip tüketiniz. Bulantınız iz bırakmamacasına şifâ bulup geçecek." Dediklerini harfi harfına uyguladım. Bulantıdan, sancı ile kasılmadan eser kalmadı. Derde devâ, mezkûr otlar mıydı yoksa Dr. Zakir'in telkini, bir çeşit plasebo etkisi mi, bilmiyorum. Önünde sonunda önemli olan, alınan sonuç, yânî bunalımın giderilmesi değil miydi?
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Hayatın Anatomisi – Canlılar Bilimi Felsefesi – Evrim ve Ötesi' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı
[i] Hakîm ): (1) Mutlak ilim mâliki (El Hakîm) Allah; (2) bilgi—bilim sâhibi; (3) hatadan münezzeh; (4) âdil yargılayan; (5) bilge; (6) olumlu işleri üstün ustalıkla beceren; (7) tabip —bkz: Edward William Lane: "Arabic — English Lexicon", I. cilt, 618. s.