Hat san'atı'nın büyük isimleri - 17
Geçen ayın on beşi, eserlerini görüp dinledikçe hayranlık hisleriyle yâd etmemiz gereken bir klâsik san'at dehâmızın, Kādıasker Mustafa İzzet Efendi'nin 141. ölüm yıldönümü idi (15 Kasım 1876). Bu isim, yeni yetişenler için hayli yabancı sayılır. Ancak mûsikîmize âşîna olanlar, onu, evic makamındaki latîf bir şarkının bestekârı sıfatıyla hemen hatırlayacaklardır:
"Bir sebeple sen gücenmişsin bana,
Söyle sultânım, ne ettim ben sana?
İnfiâlin saklama ey bîvefâ,
Söyle sultânım, ne ettim ben sana?"
Sanki biz vefâsızlara soruyor Kādıasker Efendi, kendisine niye gücendik, böyle infiâl duyuyoruz? Sebebini hemen söyleyeyim: Bu duygu, onun kültür ve san'atıyla Osmanlı Türkünü temsil edişinden doğmaktadır. Bütün Maarif hayatımıza çöreklenen bu zihniyet, Batı'nın her şeyine kucak açarken, bizim öz dehâlarımız için yeni yetişenlere: "O da kim?" dedirtip dudak büktürebiliyor. Memleketimizde kültür ve san'atla ilgilenen hangi müessese gösterilebilir ki, asırların nâdir yetiştirdiği bu gibi kıymetlerimizi -ibret olmak üzere- yeni nesillere de tanıtabilsin? Galiba boşuna ümidleniyoruz!
İlim sahasındaki yüksek mevkîinin yanısıra, hat san'atı ve mûsikîde de kolay erişilmez bir seviyeye varan Kādıasker Mustafa İzzet Efendi'yi, şu sahîfelerin verdiği imkân nisbetinde tanıtmak, sonunda şu nâçiz kaleme düşüyor.
Sultan II. Mahmud, 1229 Hicrî yılı Şaban ayının ilk cuma günü (22 Temmuz 1814), Bahçekapı'da yeni inşâ ettirdiği Hidâyet Camii'ne cuma namazını kılmak için gelmişti. Pâdişahın musâhiplerinden "Kömürcüzâde Hâfız" lakabıyla mâruf, Mehmed Efendi (ö.1835) de orada bulunuyordu. Bilhassa "Aldım hayâl-i perçemin ey mâh dideme" hüzzam bestesiyle tanınan ve
"Sarınca âteş-i aşk ufk-ı kâinatımızı,
Kömürcü Hâfız'a vakfeyledik hayatımızı"
beytiyle Yahya Kemâl'in mısralarında da ebedîleşen bu büyük mûsikî üstâdı, o gün pâdişah için bir sürpriz hazırlamıştı. Eskiden Cuma namazı önceleri okunması âdet olan na't-i şerîf (Peygamberimiz hakkında medhiye)'i yaşı küçük, lâkin istîdâdı büyük bir talebesine okuttu. Aynı zamanda iyi bir mûsikîşinas olan Sultan II. Mahmud (saltanatı: 1808-1839), güzel bir sadâ ve latîf bir edâ ile okunan bu na'ti hazz içinde dinledi. Kimdi bu çocuk? Henüz on üç yaşında idi, ismi de Mustafa... 1801'de Tosya'da doğmuş ve küçük yaşta babasını kaybetmişti.
Uyanık bir hanım olan annesi, tahsil için onu İstanbul'a yolladı. Bir yakınlarının delâleti ile Fâtih'teki Başkurşunlu Medresesi'ne giren bu kābiliyetli yavru, sesi de güzel olduğu için, Kömürcüzâde'den dînî ve lâdînî mûsikîyi öğreniyordu.
Pâdişah, namazdan sonra onu yanına çağırttı ve takdirlerini bildirdi, tahsiline îtina edilmesini istedi. Ancak hem mevzûat, hem de yaşının ufak oluşu, doğrudan doğruya Enderûn-ı Hümâyûn'a kabulüne elvermiyordu. Bu sebeple, küçük Mustafa'nın Silâhtar Ahmed Paşa oğlu Ali Paşa'nın dâiresinde yetiştirilmesine karar verildi. Mustafa, bu dâirede gördüğü üç yıllık sıkı bir tahsil ve terbiyeden sonra, Galata Sarayı'na alındı. O devirde Galata Sarayı, Osmanlı devlet teşkilâtına ve Saray'a kültür sahibi kimseler yetiştiren eski bir irfan ocağı idi; dînî, idârî, askerî ilimlerin yanı sıra hat ve mûsikî gibi san'atlar da öğretiliyordu. Buradaki üç yıl süren tahsili sırasında İzzetî mahlâsını alan Mustafa Efendi mezuniyete hak kazandığı vakit, dînî ve idârî sâhalardaki iktidarının yanı sıra, dâvudî sesiyle usta bir icrâkâr, mükemmel bir neyzen ve hattat olarak yetişmişti. Sülüs-nesih yazılarını Çömez Mustafa Vâsıf Efendi' den (ö.1852), ta'lîk hattını ise Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi'den (1770?-1849) meşk etmişti. Ney hocası ise mâlum değildir.
Galata Sarayı'ndan sonra Enderûn-ı Hümâyûn'a alındığı zaman Mustafa İzzet Efendi ondokuz yaşlarında, san'at aşkıyla yanan bir gençti. Sarayda İsmail Dede Efendi'den (1778-1845) Şâkir Ağa'ya (1779-1840) kadar devrin en büyük mûsikî üstâdlariyle beraber bulundu. Ser-müezzinlik vazifesinin yanı sıra, sesi ve neyi ile huzur fasıllarına iştirâk etti. Sultan II. Mahmud'dan takdir ve alâka görüyordu. Ne var ki, Saray teşrifatı onun kayıd altına girmekten hoşlanmayan san'atkâr ruhunu gitgide bunaltmaktaydı. Sôfiyâne bir hayat sürmeyi arzuladığından -asker zâbitliği bahânesiyle- Saray'dan ayrılmak istedi. Lâkin, kendisine olan teveccühünü bildikleri için, hiç kimse bunu Hünkâr'a arz etmek cesâretini gösteremedi. Mustafa İzzet Efendi de Hacc'a gitmek üzere izin istedi. Sultan II. Mahmud'dan izin alabildi ve 1831 yılı Hac mevsiminde yola çıktı. Farîzasını edâ ettikten sonra, dönüşte yedi ay kadar Mısır'da kaldı. İstanbul'a gelince, Mahmud Paşa Hamamı civarında bir ev satın alarak, Saray çevresinden uzakta, pâdişaha görünmeden özlediği hayatı yaşamağa başladı.
1247 hicrî yılı Ramazan'ının (Şubat 1832) bir günü, ikindi vaktinden önce, Bayezid Camii'nin müezzin mahfilinde kendi hatmini sürdüren Mustafa İzzet Efendi'yi tanıyan birkaç kişi namazda kāmet almasını rica ettiler. Dervîşâne bir kıyâfet içinde olan Efendi: "Pâdişahımız ekseriyâ bu camiye geliyor. Benim sesimi işitmesi iyi olmaz" dedi. Hünkâr'ın bu gün İstanbul tarafına gelmediğini söylediler. Bunun üzerine İzzet Efendi o unutulmayacak güzellikteki sadâ ve edâsıyle kāmet almağa başladı. Tam bu sırada Sultan II. Mahmud camiden içeri girmez mi! Namaz ve tesbih duâsı bittikten sonra, gönderdiği yâveri müezzin mahfilindekilere sordu: "Şevketlû Efendimiz sual buyuruyorlar, kāmet alan kimdir?" Müezzinbaşının gösterdiği Mustafa İzzet Efendi'yi, yâver, oruç hâliyle tanıyamadı ve pâdişâha kāmet alanın bir Özbek dervişi olduğunu arz etti. Bir görüp işittiğini kolay kolay unutmayan Sultan II. Mahmud'un sesi perde perde yükseliyordu: "Mustafa Efendi'nin sadâsını ben bilmez miyim? 'Özbektir' diye beni mi aldatıyorsunuz? Müezzin mahfilinde bulunanlar tiz aşağı insinler!". İzzet Efendi görünmemek için inmedi, fakat bir adam gönderip onu da indirten Sultan: "Mustafa Efendi'yi ben bilmez miyim?" sözünü tekrarladı.
Onun, hizmetini terk edip de bu kıyâfetle ortada dolaşmasına çok sinirlenmişti. Parmağıyla yok edilmesini işaret etti. Yanında duran Hüsrev Paşa (ö.1855): "Ferman Efendimizin!" dedi.
Şimdi şu satırları okuyanlar: "Bu ne gaddarlık!" diyecekler elbette... Kendisi gibi düşünmediği için bir mâsumun canına kastetmek -bunu pâdişah da yapsa- mâzur görülecek, affedilecek bir hareket değildir. Lâkin sorarım sizlere, "İnsan Hakları Beyannâmesi "ni okuyup imzâlamış olanlar da, XXI. asrın şu ilk çeyreğinde birbirlerini boğazlarken, hangi sebebe dayanıyorlar acaba? Galiba en doğrusu Fikret'in (1867-1916) söylediği:
"Evlâd-ı beşer mahv ederek mahv olacaktır,
Her lâhza şu vâdi-i belâ kan dolacaktır."
Nerede kalmıştık? Evet, bahtsız san'atkârımız, ecel meleğinin artık çok yakınında dolaştığını hissediyordu. Lâkin, o anda bir koruyucu melek, sanki insan şekline bürünüp "Paşa, sen çocuk musun, ne yapıyorsun?" diye Hüsrev Paşa'nın eteğinden çekti. Bu sıyânet meleği, Pâdişah'ın musâhibi Sa'id Efendi (ö.1855) idi. Kendisi de musikîşinâs ve devrinin en ince nüktedânlarından olan Sa'id Efendi, zaman zaman asabîleşen pâdişahı dâima hayra sevk eder ve zekâsıyla onu frenlerdi. Sa'id Efendi'nin bu fısıltı hâlindeki sözüne karşı Hüsrev Paşa da aynı fikirde olduğunu bakışlarıyla îmâ etti. Pâdişah hiddetinden camide duramadı, Beşiktaş Sarayı'na gitti. O gece teravih namazından sonra Sultan II. Mahmud, müsâhiblerinden Kömürcüzâde'ye: "Senin Hac refikıne ne dersin? Özbek kıyafetiyle Bayezid Camii mahfiline çıkıp 'Ey cemaat-i Müslimîn! İşte beni gördünüz mü? Zamanın pâdişahına uzun seneler hizmet eyledim. Emeğim şu kıyafette karar verdi' diyerek kendisini halka teşhir ediyor. Yok edilmesi için fermânım, Sa'id Efendi'nin ısrarıyla, Hüsrev Paşa'nın af dileğine müsaademle sürgüne çevrildi" dedi.
Ertesi gün Kömürcüzâde, Bayezid Camii Muvakkıthânesi önünde Mustafa İzzet Efendi'ye rastladı ve kıyafetini değiştirmesini istedi. Ancak "Ey gönül! Bir can için Sultan'a minnet eyleme!" fikrinde olan pervasız san'atkârımız, kıyafetini değiştirmek niyeti bulunmadığını söyledi. Buna karşılık Kömürcüzâde, ortada dolaşmasının kendisine zarar getireceğini anlatarak evinde oturmasını tavsiye etti.
Pâdişah ertesi gece Teravih'den sonra yine Kömürcüzâde'yi çağırtarak: "Gerçi sürgünden de affettim. Amma şu kıyafetle beni ilân edişine pek canım sıkıldı" dedi. İşte o zaman, eskilerin "İş bitiren yalan, fesad çıkaran doğrudan yeğdir" kavlince, Kömürcüzâde idâre-i kelâm etti ve: "Bu gün Bayezid'de kendisini görüp payladım! 'Bir bende, velînimetine hâlini arz eder mi, etmez mi?' dedi. 'Evet, eder' dedim. 'Bu yolu seçişim, Efendimize hâlimi arza vesile olur düşüncesine dayanıyordu. Hâlimi anlatamadığımı anladığımdan pek üzgünüm' dedi, ağlıyarak evine gitti" demesiyle Pâdişah önüne baktı, ses çıkarmadan ayrıldı.
Ertesi gece, Hünkâr tekrar "Hafız Efendi, ne dediydi?" diye sorunca, iyi kalpli Kömürcüzâde, dün akşam söylediklerini tekrarladı. Pişmanlık duyan Pâdişah: "Benim ona dargınlığım yoktur. Ancak hüner ve kıymetini kaybetme sevdalarında gördüğümden canım sıkılıyor" dedi. Huzurda bulunanlar da, bu yumuşama dolayısıyla pâdişaha şükrânlarını arz ve Mustafa İzzet Efendi'yi medh eylediler.
Ramazan Bayramı'ndan sonra bahtı gülen san'atkâr, Saray'a davet edildi. Pâdişah'ın huzurunda ney üfleyerek ihsâna nâil oldu. Artık buzlar erimişti. İzzet Efendi, Saray'a bağlanmadan, Sultan II. Mahmud'un vefatına kadar yedi sene saz toplantılarına katıldı, hat san'atında da çok eserler verdi.
Şehzâde Abdülmecid, babasının ölümüyle 1839'da pâdişah olunca Mustafa İzzet Efendi Eyüp Camii hatipliğini aldı ve maişetini temin için Lâleli Camii Vakfı'nın idâresi de kendisine verildi. Hat san'atkârları, yazı ile her gün meşgul olmazlarsa kemâl derecelerini muhafaza edemezler. Mustafa İzzet Efendi, hayatının bu devresinde Cuma günlerini hutbe hazırlığına ayırıp o güne hürmeten yazı yazmazmış ve "Cumartesi günü yazdığım yazıları, aradan kırk yıl geçse, ensesinden tanırım!" dermiş. Artık onun derecesindeki bir üstâd böyle söylerse, diğer hattatların hâlini düşünmeli!
1845 yılında, bir Cuma günü Eyüp Sultan Camii'ne giderek İzzet Efendi'nin hutbesini dinleyen Sultan Abdülmecid, onu kendisine ikinci imam yaptı. Bu arada Kādıaskerlik pâyesi alan Mustafa İzzet Efendi şehzâdelerin yazı muallimliği ve veliahd Abdülâziz Efendi'nin müzakereciliği vazifelerini de yürütüyordu.
1852'de pâdişahın imamlığından ayrıldı. Rivayete göre Sultan II. Mahmud'dan sonra en iyi hattat pâdişah olan Sultan Abdülmecid'in yazılarını kendi emriyle tashih eden Mustafa İzzet Efendi, Sultan'ın sinirli bir anında bu yüzden azarlanmış, uzun müddet eline kalem almaktan çekinmiştir. Nihâyet talebesinden Muhsinzâde Abdullah Bey'in (1832-1899), bir harfin tarif edilmesi arzusunu kıramayarak yeniden yazıya başlamıştır. Bu hâdisenin tarihi bilinmemekle beraber, imâmetten ayrılmasıyla bir bağlantı kurulabilir. Böylece, sultana yakınlığın ateşten gömlek giymek olduğunu Mustafa İzzet Efendi bir daha anladı. Bundan sonra, Adliye Meclisi Âzalığı, fiilen Rumeli Kādıaskerliği vazifelerinde bulundu. Dil ulemâmızın alay eder gibi Kaz-asker şekline soktukları bu yüce makamda bulunuşu dolayısıyle zamanında kendisinden bahsedilirken ismi söylenmeyip "Kādıasker Efendi" veya sadece "Efendi" denilmekle bu büyük san'atkârımız kasdedilmiş olurdu. Ayrıca "Reisü'l-ulemâ" lık (âlimlerin başı) da kendisine tevcih edilmişti. Ancak bu unvânın ilimle bir alâkası olmayıp, Rumeli Kādıaskerliği pâyesi alanların en kıdemlisine verilirdi. Peygamber soyundan gelenlerin hukukî işlerini yürüten "Nakîbü'l-eşrâf" lık makāmına da, "Seyyid" liği dolayısiyle Mustafa İzzet Efendi tâyin olundu.
Klâsik tarzda büyük bir bestekâr olan Kādıasker Efendi, bu sahada nedense velûd değildir. Yetmiş beş yıllık ömrüne göre, bestelediği eser sayısı çok azdır: 4 durak, 2 ilâhi, kendi buluşu olan tarz-ı cedîd makāmında bir peşrev, muhtelif makāmlarda yirmi şarkı... Bunlar arasında zamanımızda da en ziyâde duyulanlar, yazımızın başında andığım evic şarkısından başka, bestenigâr makāmında "Gayrıdan bulmaz teselli, sevdiğim", segâh makāmından "Doldur getir Ey sâkı-i gül çehre, piyâle" en çok duyulanlarıdır.
San'atının derecesini şuradan anlamalı ki, bestekâr ve hoca Dellâlzâde İsmâil Efendi (1807-1869), yeni bestelerini önce Mustafa İzzet Efendi'ye okuyup onun tasvîbini alırmış. Sonradan, bir başka anlayana okuduğunda, meselâ bir nağmenin değiştirilmesi teklif olunsa: "Yok, ben bu besteyi Efendi'ye okudum, beğendi. Artık o değiştirilemez!" cevabını verirmiş.
Mustafa İzzet Efendi en çok nesih-sülüs,(Resim 1) celî sülüs (Resim 2) ve celî ta'lîk (Resim 3) hat nev'ilerinde eser vermiştir. Hele 1280/1862'den sonra yazdığı nesih yazılar, rahmetli üstâdımız Necmeddin Okyay'ın (1883-1976) tavsîfiyle: "Bir kelebek uçuyormuşçasına hafif ve ruh okşayıcıdır".
Resim 1: Mustafa İzzet Efendi'nin sülüs-nesih bir kıt'ası.
Resim 2: Mustafa İzzet Efendi'nin celî sülüs bir levhası.
Resim 3: Mustafa İzzet Efendi'nin celî ta'lîk hattı ile kendi şiiri.
11 (veyâ 15) Kur'ân-ı Kerîm, bir o kadar Delâil, 30'dan fazla En'âm, 200'ün üstünde Hilye-i Saâdet (Resim 4), sayısız kıt'a ve murakkaa (yazı albumü) yazan Efendi'nin bu eserleri müze ve husûsî koleksiyonların muteber köşelerini işgâl eder. Genç yaşlarında ince ta'lîk ile yazdığı bir Delâil ve Kur'ân vardır ki, merhum İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Son Hattatlar isimli kitabında, pek iptidâî bir hattı olan bu Kur'ân'ı, Yesarîzâde Mustafa İzzet Efendi'ye mâl etmek hatâsına düşmüştür.
Resim 4: Mustafa İzzet Efendi'nin sülüs-nesih bir hilyesi.
Kādıasker Efendi'nin celî (büyük) yazıları da çoktur. Bunlar, arasında Ayasofya Camii'nde takrîben 7,5 metre çapındaki dâirevi levhalara 35 cm. ağızlı kalemle -kareleme usûlü ile büyültülerek- hazırlanmış levhalar, hâlâ "dünyanın en büyük yazıları" olmak vasfını muhâfaza etmektedir (Resim 5). Ayrıca Hırka-i Şerîf, Kasımpaşa Büyük ve Bursa Ulucami'lerinde de onun pek çok celî yazısı mevcuttur. Taşa hâkkolunmuş yazılarına misâl olarak, İstanbul Üniversitesi girişindeki âbide-kapının iç tarafında, Selimiye Kışlası yan kapısında, Dolmabahçe Sarayı (Resim 6) ve Ortaköy yolundaki Küçük Mecidiye Camii kapılarında bulunan celî ta'lîk kitâbeler gösterilebilir. Kahire'de Mehmed Ali Paşa Türbesi'nde ve Washington Zafer Âbidesi'nde taşa oyulmuş kitâbeleri vardır.
Resim 5: Mustafa İzzet Efendi'nin Ayasofya Camii'ndeki celî sülüs levhaları.
Resim 6: Mustafa İzzet Efendi'nin Dolmabahçe Sarayı'ndaki celî ta'lîk kitâbesi.
Yetiştirdikleri arasında Şefik (1820-1880), Muhsinzâde Abdullah beyler ve Abdullah Zühdî (ö.1879), Hasan Rızâ (1849-1920), Kayışzâde Hâfız Osman (ö.1894), Mehmed İlmî (1839-1924), Mehmed Hilmi (ö.1900), Hasan Sırrı (1836-1907), Vahdetî (1833-1871), Hasan Tahsin (1851-1915), Siyâhî Selim, Tabib Hüseyin Keşfî efendiler ve Zâhide Selmâ Hanım (1857-1895) sayılabilir. Bu kadar tanınmış hattata hocalık edebilmek XIX. asırda başka kimseye nasib olmamıştır. Ayrıca birçok icâzetnâmede, hoca veya hocayı tasdîk makāmında, Mustafa İzzet ismine rastlanılmakdadır.
Bu büyük san'atkârımız, hocası Yesârîzâde Efendi'nin Bebek'deki yalısını -onun vefatından sonra- satın alıp hayâtının bundan sonrasını bu yalıda geçirmiş; 15 Kasım 1876'da vefat ederek, ceddi Şeyh İsmail Rûmî'nin (ö.1631) medfun bulunduğu Tophane'deki Kādirîhâne'nin hazîresine defn olunmuştur. Bu sırada kabri başında konuşan bir zât: "Efendiler, buraya gömdüğümüz bir maarif sandığıdır" sözleriyle onun mertebesini çok veciz bir şekilde belirtmiştir. Efendi'nin kabir kitâbesi, talebesinden Muhsinzâde Abdullah Bey tarafından girift celî sülüsle mükemmel bir şekilde yazılmış olup, hâlen bu dergâhda görülebilir.
Mustafa İzzet Efendi'nin san'atdaki büyüklüğünü şu cümleyle ifâde edebiliriz: Hattatlar içinde onun ayârında mûsıkîşinâs yoktur; mûsıkîşinâslar içinde de onun mertebesinde hattat yoktur.