Seksen yıl öncesinden başlayarak eski Üsküdar'a dâir intibâlarımı arz etmek üzere huzûrunuza geldim. 1956 yılı Nisan ayına kadar ikametimi sürdürdüğüm bu latîf beldede, çocukluk idrâkimle ancak 1939 yılı yaz aylarına inebiliyorum (Resim 1).
Evimiz, Nurbânû Sultan'ın vakfı olan, eskiden harâbe hâlinde iken şimdilerde alış veriş mahalline dönüştürülen Çifte Hamamlar'ın hemen sağından içeriye giden Boyacı sokağıyla Bulgurlu Mescid sokağının buluştuğu yerdeki 2 numaralı ahşap hâneydi. Sonradan, buralarda Antikacılar Çarşısı kuruldu. Evin iki katı olmakla berâber, bahçeye bakan bir ara katını da hatırlıyorum. Üst katta bir revzen (tepe penceresi) vardı ki, alçı tersîmâtı îtibâriyle Sultan III. Selim devrine âidiyetini, ilerde gelenekli san'atlarımızla meşguliyetimden sonra öğrenmiştim. Alt kattaki taşlıkdan bahçeye çıkılırdı. Mütenevvi meyve ağaçları arasında bereketli bir kuyu mevcuddu ve suyu, tulumbayla her an çekilebilirdi. Evlerde buzdolaplarının ender bulunduğu o yıllarda, yemeklerin bozulmadan saklanabilmesi; meyvelerin, hele karpuz ve kavun gibilerinin soğutulması için kuyular en çok lüzum duyulan yerler sayılırdı.
Bulgurlu Mescid sokağının hemen başındaki evimizin yanında bulunan -ve Nâil Paşa konağı adıyla bilinen- ahşap binâyı âilemiz 1937'de 1450 TL'na satın aldıkdan sonra biz ikāmet için oraya geçmiş, onun yanındaki ayrı kapılı harem kısmını da kirâya vermişiz. Bizim kapımız 4, yandaki de 6 numaralıydı. Binanın satış bedelini, o yıllardaki emlâk râyicini göstermesi bakımından bilhassa belirtiyorum.
Üsküdar vapur iskelesinden çıkılırken (Resim 2) iki tarafında dükkânların bulunduğu kısa yolun sağında şeker ve pasta da satan kurabiyeci, solunda ise içi sigara dumanıyla görünmez hâle gelmiş bir kahvehâne vardı. Kurabiyeciden aldığımız bezeleri pek severdim. Bir de "kof simit" denilen susamlı ve içi boş simitlerden çıtır çıtır yemek çok hoşuma giderdi. İkinci Dünya Harbi çıkıp da un kıtlığı başlayınca, bu simit de diğerleri gibi ortadan kalktı; harbin bitişinden sonra da bir daha tesâdüf etmedim.
İskele yolu içinde kalan kahvehâne âileye göre olmadığı cihetle, Üsküdar sâhilini ve meydanını seyretmek üzere biz akşam üzerleri Mihrümah Câmii'nin ön avlusuna gelir, vapurların cevelânına bakardık. Bu mâbed "selâtin câmii" sınıfına girdiği için fevkānî (yerden yüksek) olarak inşâ edilmişti ve iskeleyi de seyre müsâiddi (Resim 3).
Aynı resimde görüleceği gibi, Mihrümah Câmii'nin arkası ahşap konak ve evlerle doluydu. Gençlik yıllarımda Yahya Kemal tarafından inşâd edilen "Hayal Şehir" isimli şiiri, bu konakların görünüşünü ne kadar güzel tasvîr eder:
Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir'den bak!
Bir zaman kendini karşındaki rü'yâya bırak!
Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan;
Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan;
O ilâh isteyip eğlence hayalhânesine,
Çevirir camları birden peri kâşânesine.
Som ateşten bu saraylarla bütün karşı yaka
Benzer üç bin sene evvelki mutantan şarka.
Mest olup içtiği altın şarabın zevkınden,
Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen,
Nice yüz bin senedir şarkın ışık mîmarı
Böyle mâmûr eder ettikçe hayal Üsküdar'ı.
O ilâhın bütün ilhâmı fakat ânîdir;
Bu ateşten yaratılmış yapılar fânîdir;
Kaybolur hepsi de bir anda kararmakla batı.
Az sürer gerçi fakîr Üsküdar'ın saltanatı;
Esef etmez güneşin şimdi neler yıktığına;
Serviler şehri dalar kendi iç aydınlığına,
Ezelî mağfiretin böyle bir iklîminde
Altının göz boyamaz kalpı kadar hâlisi de.
Halkının hılkati her semtini bir cennet eden
Karşı sâhilde, karanlıkda kalan her tepeden,
Gece, birçok fukarâ evlerinin lâmbaları
En sahîh aynadan aks ettiriyor Üsküdar'ı
Yaz geceleri bâzan Şemsipaşa (Kuşkonmaz) Câmii'nin yanındaki geniş yuvarlak havuzun önüne giderdik (Resim 4). Suyun içindeki projektörler, üstlerindeki renkli camlara göre kırmızı, mavi, sarı ve yeşil renk verirler, fıskiyelerden fışkıran sular da o renkde gözükürlerdi. Islanmaktan korunmak için, havuzun hemen yanına kadar sokulamazdık. O yıllarda 4-5 yaşında olduğum cihetle, suların böyle renklenmesine pek akıl erdiremezdim. Ancak, ilerleyen yıllar içinde bu işin sırrını çözebilmiştim!.
Kuşkonmaz Câmii'ne Boğaz rüzgârı dolayısıyla kuşların pek konamadığı, onun için bu ismin verildiği söylenirdi. Osmanlı devrinde câminin hemen yanında bulunan Kaptanpaşa yalısı yıktırıldıktan sonra, yerine galiba 10 katlı lök gibi, İnhisarlar (Tekel) Müdürlüğü'nün Reji binâsı yaptırılmıştı (Resim 4); burada tütün yaprakları işlenirdi. Dış cephesi -sanki yaptıranların yerine- hicâbından yüzü kızardığı için buna uygun gelen aşı boyasıyla boyanmıştı! Kuruçeşme ve Paşalimanı'na kömür, Paşabahçesi'ne akaryakıt depoları yaparak, güzelim Boğaz sâhillerini berbâd eylemenin, herhalde Osmanlı pâyitahtını gözden düşürmek isteyen akl-ı evvellerin buluşu sayılabilecek bir tedbir(!) olduğu kanaatindeyim. Bu Reji binâsı -hatırımda kaldığına göre- Bedreddin Dalan'ın İstanbul belediye reisliği sırasında kaldırılıp yok edildi de, Kuşkonmaz Câmii 1980'li yıllarda şahsiyetine kavuşabildi.
Ahmediye'den Üsküdar iskelesine kadar devam eden Hâkimiyet-i Millîye caddesi o yıllarda son derecede dardı ve Kadıköy-Üsküdar hattı tramvayları, buradan kaldırımda yürüyenlere âdetâ değerek geçerlerdi. Caddenin sâhile gidiş istikāmetindeki sağ cenâhında kalan, büyük kısmı manifaturacı ve tuhafiyecilerden oluşan dükkânlar, 1956 istimlâkinde yıkılarak bugünkü trotuarın bulunduğu yere kadar yol, ihtiyâcı olan genişliğe kavuşturulmuştu (Resim 5).
Hâkimiyet-i Millîye Caddesi'nden Ahmediye'ye doğru giderken, yolun Davudpaşa Câmii'nden sonraki kısmının sol tarafı 1956 istimlâklerinde adamakıllı tıraşlandı (Resim 5). Burada ayakkabıcısından terzisine, fotoğrafhânesine, şekercisine, helvacısına, berberine kadar dükkânlar mevcuddu. Hele bir turşucu Muhiddin Efendi vardı ki temizliğine can kurban... Turşu veya suyu karşılığında her aldığı bozuk paradan sonra elini yıkamasını unutamam.
Caddenin bu yakasında yoldan görünmeyen dükkânlar da vardı. İki mağaza veya dükkân arasındaki -kapı hissi vermeyen- genişçe boşluktan içeri girdiniz mi, çok büyük bir bahçeyle karşılaşırdınız. Ana caddede kendilerine yer bulamayan terzi, fotografçı ve benzeri, akarı kokarı olmayan esnaf, müşterilerini burada bekler; dükkânların mevcudiyeti herkesin mâlumu olduğu için, onlar da cadde üzerindekiler kadar faaliyet gösterirlerdi.
Yine, vaktiyle İskele Hamamı adıyla temizliğe hizmet eden, şimdi ise alış-veriş merkezine dönüştürülen Mihrümah Hamamı'nın ön tarafında Moskof fırını ve yanında Kanaat Lokantası vardı. 1956'da buraları da yıkılıp yol genişleyince, lokanta caddenin o zaman henüz mevcud bulunan karşı cânibine geçti, orası da bir müddet sonra istimlâk edilmekle yol Üsküdar meydanına ilâve edilmiş oldu.
İkinci Cihan Harbi yıllarında (1939-1945) Üsküdar'ın elbette sıkıntıları vardı. Bunlar arasında noksanlığı en ziyâde hissedilen ekmek ve şekerdi. Kuru üzümle çay içmek umûr-ı âdiyeden sayılıyordu ammâ, gram tahdîdi ile vesîkaya bindirilen ekmek için nüfus cüzdanlarımıza vurulan damgalar, bu cüzdanlar geçerliliğini kaybedene kadar baktığımızda hayret, dehşet ve ibret anları yaşamamıza sebeb olurdu. Bu sıkıntılardan dolayı, Üsküdar'ın 1940'lı yıllarda nüfûsu asgariye inmişti (Resim 6). Harbin dağdağası yüzünden, beldeyi terk edip Anadolu'ya göçenlerin, tâyinlerini taşraya çıkarttıran memurların bile bulunduğunu işitirdik.
Harbin getirdiği bir derd de, düşman milletlerden İstanbul'a hücum harekâtı yapılmasını önlemek için geceleri uygulanan karartma işlemiydi. En yaygın nakil vâsıtası olan tramvayların camları mâviye boyanarak dışarıya ışık sızması önlenirdi. "Pasif korunma" denilen bu çaba için evlerde ise, kalın örtü veya battaniye gibi aydınlığı geçirmeyen tedbirlerle çâre bulunurdu. Hele 1942-43 yıllarında, Çamlıca tepesine ordu tarafından yerleştirilmiş büyük ışıldaklar havada uzun huzmeler bırakarak gök yüzünde düşman tayyaresi arardı. Herhalde 1942 yılındaydık, resmî emirle bütün evlerin bahçelerine tahminen 1,5x3 m. eb'âdında 1,5 metre derinliği olan dikdörtgen çukur açılıp üstü ahşapla örtülerek, giriş-çıkış menfezleri ve çinkodan bacasıyla sığınak yaptırmıştık. Buraya birkaç toprak basamakla inilip çıkıldığını hatırlıyorum. Gemiye benzettiğim bu sığınağın bacasının yanına bahçedeki dallardan bir de direk dikmiştim.
(Yazının devamı gelecek hafta…)
Prof. Uğur Derman
Resim 1: Üsküdar'ın -şahsen yetişmediğim- kadîm bir manzarası.
Resim 2: Üsküdar İskele Meydanı'nın 1930'lu yıllardaki hâli. İskelenin üstündeki, altından geçit veren ahşap binayı ben hatırlamıyorum, demek ki yıkılmıştı.
Resim 3: Üsküdar Mihrümah Camii. Geniş saçaklı avlusundan iskeleyi seyrederdik.
Resim 4: Sultantepesi'nden Üsküdar sahilinin umumî manzarası. Kırmızı boyalı Reji binası ve yanında Kuşkonmaz Camii görülmektedir.
Resim 5: Benim yetişmediğim devirlerde Ahmediye'den iskeleye doğru giden ve sonradan Hâkimiyet-i Milliye adı verilen caddenin dar hâli. İlerde Davudpaşa Camii'nin minaresi ve Çifte Hamamlar'ın kubbesi görülmektedir.
Resim 6: Üsküdar iskele meydanından bir manzara.