Arama

Prof. Uğur Derman
Temmuz 8, 2022
Çocukluğumun ve Gençliğimin Hayâl Şehri: Üsküdar - 3

(Bu makālenin ikinci bölümü geçen hafta neşredilmiştir)

ÜSKÜDAR'DA KOMŞULUK

Bizim eve daha ziyâde orta yaşın hayli üstünde hanım misafirler gelirdi. Anneannem 1900'lerin başında Bayezid'den Üsküdar'a nakl-i hâne eylediği için bu semtte geniş çevresi vardı ve geleni-gideni bulunurdu. Bunlar arasında, küçük kutusundan, ince sigara kâğıdına tütününü alıp sardıktan sonra kibritle yakanları hatırlarım. Duvarlara sinen koku, daha o zamandan sigaraya karşı tahammülsüzlüğümü başlatmıştır, diyebilirim. Uzaktan gelen olursa, onlara hemen yerli dolabdan yatak çıkartılıp hazırlanır, gece yatısına kalabilirlerdi. O zamanlar sinek-sivrisinek yok edici ilâçlar henüz bilinmediğinden, yaz geceleri yatağın üstüne cibinlik kurulduğu da olurdu.

Harp içinde kahve, bulunmazlar arasına girdiği için, kavrulmuş nohudla karıştırılıp yapılan kahve de o niyetle içilir; evlerde gazoz gibi bir serinletici yerine "çiğ şurub" denilen vişne şurubu sunulurdu. Yine mevsiminde, koruk sıkılıp yapılan ıtırlı koruk şerbeti de pek sevilirdi. Bahçedeki olgunlaşmış meyve çeşitleri ise ikrâmın bir başka safhası olurdu. Bu meyveler arasında karadut, beyaz dut, şeftali, aynabakan eriği, ekmek ayvası ve vişne aklıma gelenler… Bahçemizde nedense kiraz ağacı yoktu, Yarımca kirazını çarşıdan almaktan başka çare bulamazdık. O zamanlar Napolyon kirazı ve Vaşington portakalı denilen yabancı güçler ülkemizi istîlâ etmemişlerdi(!).

Bahçemizde mevsiminde meyve vermeyen ağaç olursa, İstanbul folklorunda yeri olan "meyve vermeyen ağacı korkutmak" teâmülünü, anneannem de yerine getirirdi. Şöyle ki: İkimiz o ağacın önüne gideriz, anneannem elindeki baltayı ağaca göstererek yüksek sesle: "Uğur, ben bu ağacı keseceğim. Çünkü hiç meyve vermiyor" der; ben de: "Bu sene bırak anneanne, gelecek seneye de vermezse o zaman kesersin" cevabını veririm. Bunu duyup korkan (!) ağaç da, ertesi sene meyvesini eksik etmez, verir.

O YILLARDA DÎNÎ HAYAT

1932'den îtibâren Ezân-ı Muhammedî resmî emirle Türkçeleştirilip "tangır tungur" vezninde okunmağa başlandığı cihetle, bizler 1950'ye kadar bunu duyarak büyüdük. Sonra aslına dönülmesine karar çıktı. Yine o devirlerde Kur'an-ı Kerîm okumak, dînî bilgileri öğrenmek için ehil bir hoca da bulmak imkânsızdı; çünkü yasaklanmıştı. Bu sebeble bizler küçüklüğümüzde bir dînî eğitim almak fırsatını bulamadık. Sonradan açığımızı kapamağa çalıştık.

1940'lı yıllarda anneannem, ninem ve annem vaaz dinlemek üzere câmiye gittiklerinde ablamla beni de götürürlerdi. Fakat bu vaazlar, selâtîn câmilerinden ziyâde, mahalle arası câmi veya mescidlerinde verilirdi. Şeyh Câmii, Gülfem Hâtun ve Selmanağa mescidleri bunlar arasında ilk hatırıma gelenlerdir. Hacı Cemâl Öğüt, Demir Hâfız, Sürmeli Mehmed Efendi, Topal Yusuf Hoca dînî hayâtın en soluk devresinin yaşandığı o yıllarda hanım dinleyicilerinin çokluğundan dolayı "kadınlar vâızı" olarak anılırlardı. Cümlesine rahmet olsun.

Çocukluğumdan beri manevî mertebelerini işiterek büyüdüğüm Aziz Mahmud Hüdâyî (ö.1628) ve Nasûhî (ö.1718) hazretlerinin türbeleri ziyarete kapalı ve bu fiile teşebbüs etmek de suçtu. Büyük Çamlıca eteklerinde medfun bulunan Hz. Selâmi Ali'nin (ö.1691) türbe değil de açık makberesi olduğundan, ziyaretlerimize mecbûrî yasak getirilememişti.

1945'den sonrası yaz ramazanlarına denk geliyordu. Bütün bir uzun güne çocukların dayanamayacağı düşünülerek, ikindi girmeden son vermek kaydıyla, yaşımıza göre oruç tutmamıza müsaade edilirdi. Maksad, dînî mükellefiyetin bulunmadığı o küçük yaşlardan îtibâren bu alışkanlığı çocuklara kazandırmaktı. Yatsı vaktine yakın Yeni Vâlide Câmii'nde kendini göstermeğe başlayan mahyayı zevkle seyrederdim (Resim 1). Şimdiki mahyalar, yerde tasarlanıp minarelerin arasına çekilerek asılıyor ve bunun bir san'at tarafı da bulunmuyor. Halbuki çocukluğumda gördüğüm, san'at gösterisi gibi olan kadîm mahyacılıkda yatsı vaktine yakın asılı ampuller tek tek düşmeğe başlar, teravihin bitişinde mahyadaki yazı veya şekil, her neyse görünür hâle gelirdi. Elektriğin keşfinden önceki devirlerde, bu işin bir de yağ kandilleriyle ne kadar güç yapıldığını düşünün!

ÜSKÜDAR'DA TEMÂŞÂ HAYÂTI

1940'lı yılların başından îtibâren, Üsküdar'ın temâşa hayâtından bahsedebilirim. O zamanlar bu beldenin iki sinema salonu vardı. Bunlardan, gāliba ilk açılanın ismi "Hâle" idi, salonu da büyüktü. Sonraki "Bizim Sinema" küçük ve seviyesizdi. Hâle'nin filmleri daha seçilmiş olurdu. Ayrıca her cuma akşamı İsmail Dümbüllü ve arkadaşlarının tiyatro programı vardı. Bu program, elindeki çıngırağını îlan cümleleri arasında çıngırdatan bir münâdî tarafından duyurulurdu. Söylenenler hâlâ hatırımdadır: "Bu akşam saat 8.30'da Hâle Sineması'nda İsmail Dümbüllü-Tevfik İnce Tülûat kumpanyası tarafından ....... oyunu oynanacak, ayrıca Amelya-Niko çifti, akordionist Saâdet Nâzikcan, İmitatör Râsih yer alacaktır. Duhûliyesi altmış kuruş olup biletler kapıda temîn olunabilir."

Her iki sinemada da gündüz saatlerinde film gösterilir, hattâ iki filmin üstüste oynatıldığı olurdu. Gāliba 1946 yılında, Doğancılar yokuşunu çıkarken sol tarafda, yeni açılan Sunar isimli sinema salonu, Üsküdar'a bu hususta kaliteyi getirdi. Rahat bir salonda seçkin filmler seyretmek imkânı işte burasıyla başladı.

Bunlar dışında Ahmediye semtinde -bugünkü telefon santralının yerinde- yazlık olarak açılan İnkılâb bahçesi, Doğancılar'da ise Aypark aklıma ilk gelenlerdir. Bize uzak kalan Salacak bahçesindeyse tiyatro, konser, toplu sünnet düğünü gibi faâliyetlerin yapıldığını hatırlıyorum. Fakat âilece en sık gittiğimiz yazlık sinema, evimizin pek yakınındaki İnkılâb Bahçesi'ydi. Burada Türk filmlerinin yanı sıra, o zamanlar İstanbul'u istilâ eden Mısır filmleri de gösterilirdi. Sanırım 1942 yazında, meşhur gazelhân Hâfız Burhan'ı Salacak Gazinosu'nda ilk ve son defa dinlemiştim; zâten kendisi 1943'de vefat etti. İnkılab bahçesinde ise komik-i şehîr Nâşid'in bir oyununu seyrettiğimde herhalde yine 1942'deydik. Nâşid merhûmun -rol icâbı- kocaman bir karpuzu sahnenin tam ortasında yere atması ve bunun bir kısmını hapır hupur yemesi, nedense hâfızama takılmış kalmış! 1944'de türkücü Zehra Bilir, 1946'da Münir Nureddin Selçuk yazlık konserlerini aynı bahçede vermişlerdi. O zamanlar, anlaşılan İstanbul'da refâkat sazı olarak "bağlama" ve bunu çalan "bağlamacı" bulunmuyordu ki, Zehra Bilir'den-kemanda Nubar Tekyay olmak üzere- klasik sazlar eşliğinde türküler dinlemiştik.

Aziz okuyucularımıza dilimin döndüğü kadar, bugüne gelemeyen Üsküdar'dan sahifeler açtım. Yahya Kemal'in bu "dost ışıklı" belde hakkında inşâd ettiği o müstesna şiirine verdiği "Hayal Şehir" ismi, en az şiiri kadar emsâlsizdir, mükemmeldir, kanaatinde olduğumu belirterek sözlerime son veriyorum.

Prof. Uğur Derman


Resim 1: Toygartepesi'nden Üsküdar'ın ve Rumeli yakasının manzarası. Yeni Valide ve Davudpaşa camilerinin arasında ve geri planda bizim evimiz yer almaktaydı, fakat burada görülmüyor.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN