Kitâbeler, bir ülkenin taş üzerindeki tapu senedleri sayılır. O kadarla da kalmaz, âbidelerin künyesini belirlemek için kitâbelere ihtiyaç vardır. Şu veya bu sebeple kitâbesi yok olmuş binalara dair şayet bir başka malûmat bulunmuyorsa, ne maksadla yapıldıkları anlaşılamadan kayda öylece geçileceğine şüphe yokdur. Anadolu'daki cami, medrese, köprü gibi kitâbesiz binalar bu noksanlığa acı birer şahiddir.
Osmanlı devri bu hususta şikâyete mahal bırakmayacak kadar zengin kitâbe örnekleriyle doludur. Eğer 28 Mayıs 1927'de çıkartılan tuğra ve kitâbelerin kaldırılmasına dair 1057 sayılı kanun, devrin idarecileri tarafından tatbikatda kötüye yorumlanıp da bilhassa XIX. asırdan gelen müstesna kitâbeler taş kıyımına uğratılmasaydı, bunların mevcudu elbet daha da fazla olacaktı.
Benim sizlere tanıtacağım, İstanbul'un bir semtine Tophane ismini kazandıran Tophane-i Âmire'nin kitabesidir (Resim 1, 2). Buranın tarihî ve mimarî tarafı konumuz dışındadır. Ancak, 1743 yılında inşa edilen ve zamanımıza kadar gelen yapının kitâbesi ele alınacaktır. Binanın bağlı bulunduğu Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektörlüğü'nce -kendilerine vâkî ricam üzerine- yakın vakitlerde zemini renklendirilip yazıları da varak altınla kaplanan bu kitâbe eski haliyle okunamaz durumdaydı. Şimdiki parıltılı görünüşüyle huzurunuza getirmeyi ve binaya dair metinde bulunan bilgileri sunmayı uygun buldum.
Önce kitâbedeki bulunan yazıların meâlini bugünkü ifadesiyle veriyorum:
Tuğra:
MAHMÛD HÂN BİN MUSTAFÂ el-MUZAFFER DÂİMÂ
(II. Mustafa'nın oğlu Mahmud Hân daima muzaffer olsun)
Sol alt köşede:
Çeküp kilk-i himemle Mustafa Āgā-[yı] Sertobî,
Pesend eyler debîr-i nüh-felek tuğra-yı mergûbı
(Topçubaşı Mustafa Ağa'nın himmetli kalemiyle çekdiği bu güzel tuğrayı dokuz göğün kâtibleri de beğenmekdedir).
Tarih manzûmesinin meâli:
Gazā erbâbının mühim işlerini nizâma sokan Sultan Mahmûd'un yüce şöhreti Tûran'a, Îran'a kadar şan saldı.
Onun hükümdarlığı sırasında, îmar faaliyetlerinin sık görüldüğü bu ülkede vîrâne yer kalmadı.
Pâdişahın tâlihi ve bahtı müsaade ettiğinden, Süleymân Peygamber'in vezîri Âsaf yaradılışındaki şahıs, şanlı icraatinde muvaffak olmakdadır.
Hz. Ali'nin adaşı olan Sadrâzam (Hekimoğlu) Ali Paşa, riyâsetiyle Dîvân-ı Hümâyûn'u ziynetlendirmektedir.
Onun devlete kötülük etmek isteyenleri mahveden yüce himmeti, bu mülkü süsleyen Tophâne müessesesinin içinden geçmektedir.
Topçubaşı Mustafa Ağa hemen buranın planını çizip Sadrâzam'ın emri mûcibince mükemmel bina inşa etdi.
Devletin böyle sağlam bir yapısını Mühendis Sinimmâr (eski edebiyatımızda adı geçen, Irak'da inşa etdiği Havernak isimli sarayın bir benzerini başkasına yapmaması için Lahmî kavminin (V. asır) Arab Hristiyan hükümdarı Numan İbni Münzir'in, kendisini bu sarayın damından atarak yok etdiği efsanevî mimar/mühendis) görseydi, pergelinin ayaklarını kırardı.
Parıltısı, akıp duran âteş gibi heybeti artırır; kıvılcımı, düşmanların sînesinde yara açar.
Aleve bulanmış dumanlar göğe yükseldikçe, Merih'in yanağına allık, Zuhal yıldızının gözüne sürme olur.
Pâdişahın kader tesirli buyruğu ortaya çıkınca gökgürültüsü koparan topu düşmanlarına yıldırımlar saçar.
Memleketler fetheden, emirler buyuran hanlar hânı [olmasıyla] hayranlık duyulan böyle talihli hükümdar dua edilmeğe lâyıkdır.
Ey Sem'î! Tarih düşürmek için mücevher (noktalı) harfler saçılmaz mı? Tophâne şaşılacak hoş planıyla sağlam bir bina oldu.
Bunu hattatların en zayıfı, Osman oğlu Fahreddin Yahyâ yazdı (1156/1743).
Şimdi de kitâbede yazılı olanları aslından okuyalım:
Vezni: Mefâ'îlün Mefâ'îlün Mefâ'îlün Mefâ'îlün
Mühim-perdâz-ı erbâb-ı gazā Sultân Mahmûd'un
Mehâbet saldı sıyt-ı şevketi Tûrân u Îrân'e
Rüsûmât-ı 'imâret hıtta-i mülkinde dâirdir,
Zamân-ı devletinde kalmadı bir cây-ı vîrâne
Müsâ'iddir hemîşe tâli' ü baht-ı hümâyûnu
Muvaffak oldu bir Âsaf-meniş düstûr-ı zîşâne
Semiyy-i Haydar-ı Kerrâr sadr-ı a'zam ü efham
Alî Pâşâ ki zîver-bahş oldu sadr-ı dîvâne
'Uluvv-i himmeti tedmîr-i bed-hâhân-ı devletdir
Zamîr-i mülk-ârâdan geçip te'sîs-i Tophâne
Heman-dem tarh u resmin Mustafa Āgā [-yı] Sertobî
Mükemmel eyledi ber-mûceb-i emr-i hıdivvâne
Şikest eyler Sinimmâr-ı mühendis pây-ı perkârın
Göreydi böyle bir bünyân-ı mersûs-ı mülûkâne
Tenûr-ı heybet-efzâ âteş-i seyyâledir gûyâ
Şerârı dâğ-sâz-ı sînedir ashâb-ı 'udvâne
Olur dûd-ı alev-âlûd ser çekdikçe bâlâya
Ruh-ı Behrâm'a gāze tûtiyâ-yı dîde Keyvân'e
Savâ'ik-bâr olur a'dâya tob-ı ra'd-engîzi
Sudûr eylerse fermân-ı kazâ te'sîr-i şâhâne
Du'â etmek sezâdır böyle hâkān-ı civân-bahta
Veleh kişver-küşâ fermân-fermâ hân-ı hânâne
Nisâr olmaz mı harf-i cevheri târîh içün Sem'î
Metîn oldu 'acâyib resm-i zîbâ tarh-ı Tophâne
1156/1743
Ketebehû ez'afü'l-küttâb Fahreddîn Yahyâ bin Osman
Tuğranın sol altındaki bir ve kitâbe metnindeki oniki beyitlik manzumeyi kaleme alan Sem'î Efendi'nin asıl adı Mustafa olup Bosna'nın Ahlona-Nevesin kazasındandır. 1709'da İstanbul'a gelip medrese tahsîli görmüş; bu yoldaki hizmetlerinden sonra Dâmad İbrahim Paşa'nın sadrazamlığının ilk yıllarında İstanbul'daki İngiltere ve Hollanda elçilerinin kitâbetine tâyin olunmuş, hizmetini sürdürürken 1763 yılında vefat etmiştir. Nazmında şâir Sâbit'in (ö.1712) yolunu takip eden Sem'î'nin dîvânı zamanımıza gelmemiştir.
Üstteki Sultan I. Mahmud tuğrasını çeken topçubaşı, mimar ve Tuğrakeş Mustafa Ağa için bir mâlûmat bulunamamışdır. Kitâbeyi celî sülüs hattıyla yazan hattat Yahyâ Fahreddin'e dair bilinenleri kaydederek bu bahsi kapatıyorum: Saç veya beniz renginden dolayı "Sarı" lakabıyla anılan Hâfız Yahyâ Fahreddin, Tophaneli olup baba adı Osman'dır. Semtindeki Karabaş Tekkesi'nin (şimdilerde mescid) ön tarafındaki hazîrede bulunan hattat Demircikulu Yusuf Efendi'ye (ö.1611) âid kabri (Resim 3) temizlerken, toprağın içinden çıkan bir kamış kalem kendisinde hat sanatına karşı dayanılmaz bir sevgi uyandırınca, Anbârîzâde Derviş Ali'den (ö.1716) sülüs-nesih meşk etmeye başlamış, hocasının vefatı üzerine onun dâmadı ve talebesi olan Hüseyin Hablî'den (ö.1744) öğrenimini tamamlayıp hicrî 1135 (1723)'de icâzetini almıştır.
Yahyâ Fahreddin, onbeş mushaf (Resim 4) dışında sülüs-nesihle enfes murakkaalar yazmıştır. Tophâne-i Âmire'den başka, celî sülüs hattıyla taşa mahkûk bir başka kitâbesi de Vefa'daki Âtıf Efendi Kütübhânesi'ndedir. Ayrıca Nuruosmaniye Camii dâhiline yazılar hazırlarken, celî yazmanın humbara (havan topu mermisi) atmayı öğrenmek gibi geniş sâha gerektirdiğini, bunun için de büyük sofalı eve ihtiyaç duyduğunu söylemesi üzerine, bu samimî beyandan hoşlanan Yirmisekiz Çelebizâde Mehmed Said Paşa (ö.1761) sadrâzam olduğunda (1755) hemen böyle bir konak satın alıp Yahyâ Fahreddin'e armağan etmiştir. Ancak iki satırını burada yazabildiği celî sülüslerden sonra, ona yeni konağında fazla oturmak nasib olmamış, Receb 1169 (Nisan 1756) başlarında vefat ederek Eyüb civarındaki Şeyh Murad Dergâhı karşısında bulunan kabristana gömülmüştür, makberesi şimdilerde belli değildir.
Son olarak, bu tanıttığımız kitâbenin ehemmiyetini belirtelim. İstanbul'da Sultan III. Ahmed'le başlayan 'tuğralı kitâbe' geleneğinin tek örneği şehir dışındaki Büyük Bend'in hicrî 1135 (1722) tarihli kitabesidir (Resmi için bkz.: M. Uğur Derman, Murakka'-ı Hās, İstanbul 2009, s.10.). Tophane-i Âmire kitâbesi ise şehir içindeki en eski 'tuğralı kitâbe' olmak vasfını taşımaktadır. Bundan sonraki pâdişahlar kitâbelere kendi tuğralarını koydurmak âdetini sürdürmüşlerdir.
Prof. Uğur Derman
Resim 1: Tophane-i Âmire'nin umûmî görünüşü.
Resim 2: Tophane-i Âmire kitâbesinin şimdiki hâli.
Resim 3: Yahyâ Fahreddin'i, Demircikulu Yusuf Efendi'nin –kitâbesi görülen– kabrinde bulduğu bir kamış kalem hat san'atına heveslendirmişdir.
Resim 4: Yahyâ Fahreddin'nin nesih hattıyla yazdığı hicrî 1157 (1744) tarihli mushafın imza sahîfesi.