Ne zaman İstanbul'un tarihî kabristanları bahse konu olsa, bunun ardından Yahya Kemâl'in sözünü hatırlarım. Mâlum, sefir olarak İspanya'da bulunuyorken kendisine İstanbul'un nüfusunu sormuşlar. Söylediği rakamın büyüklüğüne hayret edenlere: "Biz ölülerimizle birlikde yaşarız" cevabını vermiş. Hakîkaten câmi, mescid, medrese, dergâh, bütün bu âbidelerin "hazîre" denilen bahçelerinde çevreyle uyumlu bir kısım, makbere olarak ayrılmış; binânın inşâsından bu yana, lüzum görüldükçe hazîrelere defin yapılmıştır. Bundan maksadın, o mahallede yaşayan insanoğluna her vesîleyle ölümü hatırlatarak dünyânın maddiyâtına, ihtiraslarına haddinden fazla dalmasını önlemek olduğuna şübhe yoktur.
Hazîrelerden başka, bir de umumî defne mahsus, kurulup şekillendirilmiş mezarlıklar vardır ki, tarihî İstanbul'da buna en geniş sâhalı örnek, eskiden Karacaahmed Sultan Kabristanı adıyla anılanıdır. Cumhuriyet devrinden önce de yol açma zarûreti bahâne edilerek zaman zaman küçültülen bu kabristan, 1924'den îtibâren Osmanlı medeniyetinden koparılışımızın şiddetlenmesiyle, eski kabirlerin kaldırılması veya kitâbeli taşların kırılıp yokedilmesi şeklinde tezâhür eder. Hele hele, ilgili resmî makamlarca eski kabirlerin yeniden satılarak tekrâren definlere açılmasıyla, bugün artık tarihî Karacaahmed Kabristanı'nın mevcûdiyetinden bahsetmek mümkün değildir.
İstanbullu olmanın mühim bir keyfiyet, daha doğrusu meziyet sayıldığı geçmiş asırlarda, bir âilenin kaç nesildir İstanbul'da yaşadığı, kendileri hakkında yeterli bir ölçü oluştururdu. İstanbul'un büyük kabristanlarında, keyfiyeti isbât eden eski devirlerden kalma bu kabîl sofa veya âile sofalarına artık ender olarak rastlanıyor.
Benim çocukluğum ve gençliğim Üsküdar'da geçtiği için, o zamanlar Kadıköy'e tramvayla gidişlerimizde, husûsiyle 1953'e kadar süren Haydarpaşa Lisesi'ndeki tahsil hayatımda bu kabristanı yol boyunca seyretmek imkânım doğardı. İlk ve son baharların mûtedil havalarında Üsküdar'daki evimizden Lise'ye kadar yürümeyi tercih ettiğim günler, duvarın hemen arkasındaki ilk sıra kabir taşlarıyla âşinalık kurardım. Kitâbedeki yazılar bana birşey söylemese de, serpuşlara kendimce mânâ verirdim.
Lise tahsîlimin bitişinden sonra, 1928'e kadar kullandığımız Osmanlı-Türk harflerini öğrendiğim daha sonraki yıllarda, ben artık o yoldan eskisi kadar sık geçemediğim gibi, taşlar da belirgin bir şekilde azalmağa başlamışdı. İlk def'a, 1957 yılında, Üsküdar-Kadıköy arasına yeni bir yol açmak üzere yapılan mezarlık istimlâklerinde nelerin yok edildiğini yerinde tesbit için iki kültür adamı (Dr.Süheyl Ünver, 1898-1986 ve Cevdet Çolpan, 1898-1982) merhumlarla beraber, bir Ağustos sıcağında ve yıkımdan dolayı havalanmış toz bulutu arasında Duvardibi'nden İbrahimağa'ya kadar teessürle dolandığımızı hatırlarım. Lâkin üzerindeki kitâbeleri de bizzat okuyarak Karacaahmed mezarlığına ilk gidişim 1960 yılına rastlar. Üsküdar'ın büyük san'atkârı Hezârfen Hattat Necmeddin Okyay'ın (1883-1976) rehberliğinde görüp tanıdığım mühim taşları, o zaman, kendimce bir yer planı çıkartarak not etmişdim. Aradan tam altmış üç yıl geçtikten sonra bugün aynı kabirlere gitsem, acaba birkaçını olsun bulabilirmiyim?
Aslında, İslâm inancı kabirlerin böyle şatafatlı, ihtişamlı şâhidelerle belirtilmesine cevaz vermez. Zîra herkesin kabullenmek zorunda kaldığı hakîkat:
"Temellük etse de insan cihânı,
Bir arşın yer olur âhır mekânı."
(İnsan, cihâna da sâhib olsa, son mekânı bir arşınlık yerdir) beytinde gizlenmiştir. Buna rağmen âdemoğlu, toprak altında kalan ruhsuz bakıyyesinin yerini kaybettirmemek maksadıyla her türlü fedakârlığı göze alır. Mısır'da bulunduğu yıllarda, Mehmed Âkif (1873-1936) merhumun Luksor'daki -içinde mumyalanmış firavun cesedlerinin bulunduğu- mezarlara karşı söylediği şu mısralar ne kadar hakîmânedir:
Mezâra, heykele âid bütün bu velveleler,
Bekān için mi? Hakîkat, merâmın oysa heder!
Evet, bütün beşerin hakkıdır bekā emeli,
Fakat bu hakkı ne taşdan, ne leşden istemeli!
Klasik vechesiyle bir açık hava müzesi vasfını taşıyan Osmanlı kabristanlarının şeklî bakımdan estetiği konumuz dışında kaldığı için, bu sahîfelerde, Karacaahmed'e taşla işlenmiş hat güzelliğinden bahs olunacakdır. Belki de dikildikleri yerde daha dar sâhaya sığmaları ve daha sağlam durdukları için hemen hemen kırılma ihtimalinin bulunmadığı üstüvânî (silindir biçimli) taşlarda uzayan satırlar, hattın tamâmının düz bir satıhla görülmesine imkân bırakmaz; bu bir bediî mahzur teşkil eder. Yazı sâhasının dar-uzun bir dikdörtgene sığdırıldığı ve yazılanların bütünüyle göz önünde bulunduğu düz kabir taşları ise inceliği nisbetinde kırılmağa müsâid; ancak hat görüntüsü cihetinden çok münâsib ve mütenâsibdir. Örnek vermek gerekirse, Osmanlı hat san'atının pîri Şeyh Hamdullah'ın (1429-1520) silindir biçimli -aşağıda bahse konu olacak- kabir taşında (Resim 1) yazıları bütünüyle seyretmeniz mümkün değildir. Buna mukābil Mustafa Râkım'ın yazdığı düz satıhlı kabir taşını (Resim 2) bütünüyle rahatça okuyabilirsiniz.
Şimdi biz İstanbul'un Anadolu yakasının Osmanlı toprağına dönüştüğü XIV. asırdan îtibâren Üsküdar'da şekillenmeğe başlayan kabristandan, yâni Karacaahmed sâhasından söz açalım: Sultan II. Bayezid'in (saltanatı: 1481-1512) telkîn ve tavsiyesiyle hat san'atına millî veche veren Şeyh Hamdullah, Karacaahmed Sultan kabristanının en eski misafirlerinden sayılır. Kendisinden bir nesil önceki hattatlardan Ali bin Yahyâ-yı Sûfî (Yahya Sûfî'nin oğlu Ali) Efendi de buraya defnedilmiş; Tuhfe-i Hattâtîn isimli hattatlar tezkiresinin kaydına göre (s.333), Şeyh Hamdullah'ın aynı yere rağbeti, Ali Sûfî'ye olan bağlılığından imiş. Şeyh'den sonra bu civarda medfun olan hattatların sayısını tâyin mümkün değildir; zeminde biraz derinliğine hafriyat yapılabilse, kimbilir hangi hattatların taşa mahkûk kabir kitâbeleri burada ortaya çıkar? Zaman bulunup da Tuhfe'de bahsi geçen hattatların nereye gömüldüğü araştırılsa, sanırım, Karacaahmed'e defnedilenlerin haylı olduğu anlaşılır. Duâ okumakdaki behresinden ötürü "duâgû" lakabıyla tanınan Hakkı Efendi'nin gayretiyle vücud bulan Merâkıd-ı Mûtebere-i Üsküdar (Üsküdar'ın îtibarlı kişilerinin kabirleri) isimli eser, bu konuda bize XX. asır başlarındaki durumu aksettirir. Rahmetli üstâdım Necmeddin Okyay'dan duyduğuma göre, Doğancılar'daki Nasûhî Dergâhı'nın müntesiblerinden olan Duâgû Hakkı Efendi, şeyhi Kerâmeddin Efendi'nin (ö.1934) tavsiyesiyle evlenmiş. Bir müddet geçince, Dergâh'da pabuçlarını kapıya çevrili olarak bulmuş. Seyr ü sülûkda bunun mânâsı, bir mürîdin şeyhi tarafından seyahate memûr edilmesidir. Hakkı Efendi'nin henüz yeni evlendiğini hatırlatması üzerine, şeyhi de ona, uzaklara gitmeden Karacaahmed Kabristanı'nda dolaşmasını tavsiye etmiş. Kendisi Koşuyolu'ndaki Nevcivan Feridun Paşa Camii'nin imam ve hatîbi olduğu için Doğancılar ile Koşuyolu arasında zâten devamlı seyir hâlinde... Günlerce, haftalarca şeyhinin "seyahat" emrini sürdüren Duâgû Hakkı Efendi, sonunda -zâten otuz yıldan fazladır gezip dolaştığı- bu kabristanda yatan mûteber zevâtı -kitâbe muhteviyâtına kadar- tesbit etmeğe koyulmuş. Keşke o zamanlar, bugünkü gibi kolaylıkla fotoğraf çekmek imkânı bulunsaydı da, bu kitâbelerin aslını okuyup seyredebilseydik!
Çalışmasına verdiği isimden de anlaşılacağı üzere, Hakkı Efendi kabristanda her "medfun" olanı değil, "mûteber" gördüklerini seçerek almışdır. Yoksa Karacaahmed'in bütün mevcûdunu 43 varak hacmindeki bir kitaba sığdırması mümkün olmazdı. Kendisinin 1930 yılında bitirip Üsküdar'daki Hacı Selim Ağa kütüphânesine (Hüdâyî kısmı, 220) vakfettiği bu yazma eserde (bkz. Behcetî İsmail Hakkı el-Üsküdârî, Merâkıd-ı Mûtebere-i Üsküdar, (nşr. Bedi N. Şehsuvaroğlu), Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul 1976) adı geçen hattatları -hicrî/mîlâdî vefat tarihleriyle beraber- artık sıralayabiliriz:
Derviş Ali Efendi, 1126/1714
İsmail Zühdi Ağa, 1144/1731
Hatib Mehmed Efendi, 1187/1773
Halil Efendi, 1147/1734
Abdurrahman Efendi, 1203/1789
Kebecizâde Mehmed Efendi, 1257/1841
Şerife Ayşe Sıdıka Hanım, 1241/1826
Ali Râsim Efendi, 1312/1894
Trabzonî (Laz) Ömer Vasfi Efendi, 1240/1825
Kādızâde Mehmed Salih Efendi, 1261/1845
Mehmed İlmi Efendi, 1342/1924
Şeyh Abdullah Efendi, 1301/1884
Şeyh Hamdullah Efendi, 927/1521
İbrahim Dâimî Efendi, 1178/1764
Abdülkādir Hamdi Efendi, 1210/1795
Hasan Cârullah Efendi, 1181/1767
İbrahim Afif Efendi, 1181/1767
Şekerzâde Mehmed Efendi, 1166/1753
Ahmed Hulûsi Efendi, 1290/1873
Hasan Üsküdârî Efendi, 1023/1614
Abdurrahman Hilmi Efendi, 1220/1805
Hasan Efendi, 1227/1812
Ali Vasfi Efendi, 1253/1837
İbrahim Afif dâmadı Osman Efendi, 1220/1805
Süleyman Efendi, 1255/1839
İbrahim Rüşdi Efendi, 1267/1851
Mehmed Ârif Efendi, 1306/1889
Zikredilen hattatların Şeyh Hamdullah civarında bulundukları kaydediliyor. Biz de bunlara Osmanlı devrinde yetişmiş üstadların sonuncusu olan Hâmid Aytaç'ı (1891-1982) ekleyelim (Resim 3). Vasiyeti gereği merhum, Şeyh Hamdullah'a komşu olarak defnedilmişdi. Buradakiler arasında en kıdemlisi olan Şeyh Hamdullah'dan -ki 927 tarihlidir (doğrusu: 926)- îtibâren defnedilen en eski hattat -Hasan Üsküdârî müstesna sayılırsa- Derviş Ali'dir ve Şeyh'den iki asır geçtikten sonra ona komşu olmuşdur. Peki, arada hiç bir hattat buraya gömülmemiş mi? Elbet gömülmüş, toprağın derinliklerinde aransa, belki kitâbeleri de bulunabilir.
(Yazının devamı gelecek hafta…)
Prof. Uğur Derman
Resimaltları:
R. 1- Şeyh Hamdullah'ın üstüvânî (silindir) biçimli kabir kitâbesi
R. 2- Ayrılık Çeşmesi kabristanında bulunan, Mustafa Râkım'ın celî sülüs hattıyla yazdığı 1221/1806 tarihli kabir kitâbesi.
R. 3- Hâmid Aytaç'ın Şeyh Hamdullah'a komşu olan kabrinin, talebesi Hasan Çelebi tarafından yazılan celî sülüs kitâbesi.