Uzakdan okunabilmesi için geniş ağızlı kalemle yazılan büyük eb'adlı yazı nev'ilerinden biri celî sülüsdür. İnsan elinin böyle kalemleri kullanmakda zorlanması yüzünden en geç kemâle eren hat cinsi olarak bilinen celî sülüsün Selçuklu'dan Osmanlı'ya tekâmülünü incelemeden önce, geçmişdeki oluşumuna şöyle bir göz atalım.
Nabatî asıllı Arab yazısı -İslâmiyeti müteâkıb- san'at hâlini almağa yönelik geçiş döneminde başlıca iki ana şekil gösteriyordu:
1 - Dik, köşeli, sert bünyeli yazı
2 - Yuvarlak karakterli yazı
Birincisinin Şam'da ve daha çok Kûfe'de işlenmesiyle ortaya kûfî hattı çıkdı ve bu yazı, başda Kur'ân-ı Kerîm'in mushaf olarak yazılmasına, ayrıca dînî konuların tesbîtine tahsîs edildi. Bu meyanda muhtelif âbidelerin içinde, bilhassa dışında yer alan ve uzakdan okunmak üzere yazılan kitâbeler de, o vakitler tabiatiyle iri boylu kûfî ile yazılıyordu.
İkinci tip olarak karşımıza çıkan yuvarlak karakterli yazı ise resmî yazışmalara ve devlet kademesine tahsîs olunmuşdu. İslam Peygamberinin muhtelif devlet büyüklerine gönderdiği İslâm'a dâvet mektupları da işte bu nevi yazıyla kaleme alınmıştı. İlerde hat san'atına esâs sayılan bu yuvarlak yazının kalın kalemle yazılmış şekline kalemü'l-celîl adı verildiği biliniyor. Ancak bu tarzdaki örnekler zamanımıza kadar gelmiş değildir. Aynı karakterdeki yuvarlak yazının ince boyda olanı ise -bilhassa Bağdad şehri kurulup parladıkdan sonra- yazma eserlerin çoğaltılması maksadıyla bu şehirde revâc buldu. Kitab istinsâhında benimsendiği için neshî, kitab çoğaltıp satan verraklarca kullanıldığından verrakî, Irak'da olgunlaşdığı cihetle Irâkî isimleriyle anılan, ince muhakkak karakterli bu yazının IV. hicrî asır sonundan örnekleri zamanımıza gelmişdir. Daha önce adını etdiğim kalemü'l-celîlin en üst seviyedeki devlet yazışmalarında tercîh edilen cinsine kalemü't-tûmar deniliyordu. Türkçe'ye tomar olarak geçen Arabça'daki tûmar kelimesi rulo karşılığıdır. O devirlerde devlet büyüklerinin yazışmaları deri veya kâğıd üstünde şekillendikden sonra dürülüp ya deriden bir şeridle bağlanır veya silindir biçiminde bir mahfazaya konulur, mühürlenerek gideceği yere gönderilirdi. Bunların devleti temsîl edecek nitelikde azametli olmasına dikkat edildiğinden, tûmar yazısı da iri ve gösterişli bir boyda seçilmişdi (Böyle bir nümûne zamanımıza gelmiş değildir). İşte bu yazının üçde biri nisbetinde olanına "üçde bir" mânâsına gelen sülüs adı verilmişdi.
Şimdi bu kadarlık bir umumî izâhatdan sonra konumuza daha da yaklaşalım: Bütün mimârlık târihi kitablarında Selçuklu devri eserlerinin kitâbelerinden bahsedilirken bunun Selçuklu neshi olduğu yazılmakdadır. San'at tarihçiliği ve şarkıyatçılık (Oryantalizm) Batı menşeili olduğuna göre, bu yanlışlık oradan kaynaklanmış, bizde de aynen kabûl görmüşdür. Şunu da insafla belirtelim ki, Batı'nın öncülüğü olmasaydı, bu gibi konular böylesine metodlu bir şekilde incelenip geçmiş yüzyıllardaki bâkir halleriyle -hem de resim veya fotoğraflarla perçinlenerek- zamanımıza gelemeyeceklerdi, ama onların tesbîtlerinin doğruluğunu inceledikden sonra kabûllenmek bizler için daha mantıklı olmaz mıydı?
Yuvarlak karakterli iri yazı, yani kalemü'l-celîl hangi tarihe kadar bu isimle devâm etdi, bilemiyoruz. Ancak İbn Mukle (IX.yüzyıl) kardeşlerden îtibâren ölçülü hattu'l-mevzûn ve nisbetli hattu'l-mensûb, hâliyle san'at yolunda gelişmeğe başlayan ince yuvarlak hatdan nesih, muhakkak, reyhânî, tevkî' ve rıkā' yazıları türeyip şûbelendi; sülüs zâten vardı (Esâsen daha birçok yazı cinsi çıkmışdı ama, onlar tutunamayıp zaman içinde unutuldular). İşte Batılı şarkiyatçılarla san'at tarihçilerinin kitâbelerde görüp neshî ve nesih olarak adlandırdıkları yazı, celîlin yenilenip değişen şekli olan celî sülüsün o devirdeki hâlidir. Neshî ve nesih yazı karakteri bu kitâbelerde görülmediği gibi, geleceğin celî sülüs harfleri de basit, harekesiz (veya az harekeli) olarak buralarda müşâhade olunmakdadır.
Celî sülüs -bütün İslâm âleminde olduğu gibi Anadolu Selçukluları'nda da kullanıldı, lâkin tekâmülün daha başlangıcındaydı (Resim 1-4). O devirde hat san'atı Abbasîler'in Bağdad şehrindeki büyük hattatı Yâkûtü'l-Musta'sımî (ö.1298) anlayışına tâbi idi ve bu hâl XV.asır sonuna kadar sürdü. Yukarıda isimlerini saydığım altı cins yazı (aklâm-ı sitte) Şeyh Hamdullah ile (1429-1520) Türk karakterini kazanmağa başlayarak Osmanlılar'da ilerledi. Bir buçuk asır sonra Hâfız Osman'la (1642-1698) tekrar bir süzülüp arınma safhası geçirdi. Ancak celî sülüs ilerlemek şöyle dursun, gerilemekdeydi. Aradaki Ali bin Yahya Sûfî (XV.asır), Ahmed Karahîsarî (ö.1557) ve talebesi Hasan Çelebi (XVI.asır) gibi isimlerin münferid gayretleri karanlıkda ay parıltısını andırır. Ancak celî sülüsü gün gibi ışıtmayı başaran Mustafa Râkım (1758-1826) isimli hat dehâsı (Resim 5), Hâfız Osman'ın sülüslerinden aldığı ilhâmla celî sülüsde en mütekâmil üslûbu bulup geliştirmiş oldu. Ondan sonra yetişen Sâmi Efendi (1838-1912) Râkım yolunu son noktasına getirdi ki, hat san'atında bu üslûb hâlâ geçilememişdir (Resim 6).
Netîce olarak şunu söyleyebiliriz: Selçuklu celî sülüsü tarihden -belge niteliğiyle- zamanımıza gelen klâsik bir hâtıradır. Selçuklu hattatları o devirde yazılabileceğin en güzelini yazmışlarsa da, celî sülüsdeki gizlenmiş estetiği Osmanlı Türkleri ancak XIX. yüzyılda keşfedebilmişdir.
Prof. Uğur Derman
Resim: 1 - Sırçalı Medrese (1242), Ana eyvanında celî sülüs yazı.
Resim: 2 - Karatay Medresesi (1251), Tâk kapısında celî sülüs yazı.
Resim: 3 - Sâhib Atâ Camii (1258), mihrab üstündeki celî sülüs yazı.
Resim: 4 - İnce Minare Medresesi (1260-65), Tâk kapısında celî sülüs yazı.
Resim: 5 - İstanbul Nusretiye Camii (1822-1826) Mustafa Râkım Efendi'nin celî sülüs kuşak hattından bir kısım.
Resim: 6 - Sâmi Efendi'nin yarım kalmış celî sülüs kuşak yazısı.