(Bu makâlenin ikinci bölümü geçen hafta neşredilmiştir)
Uzun yola çıkanlar için, evvelden tesbît olunmuş bir buluşma yeri veya birbirlerine yeni tesâdüf eden yolcuların dostluk kurma mahalli olan namazgâhların, Bağdad ve Edirne menzil yolu üzerinde, ayrıca İstanbul'da tesâdüf etdiğimiz nümunelerinden bâzılarını, resimlerin de yardımıyla size tanıtmağa çalışacağım:
Anadolu'da tesbît edebildiğimiz en eski namazgâhın, Gelibolu'daki Azebler Namazgâhı olduğundan daha önce bahsetmişdim. Denize bakan bir yar üstüne kurulmuş olan bu ibâdet yerinde Azebler -yâni Bahriyeliler- sefere çıkmadan evvel namaz kılıp dua ederler, ondan sonra gemilerine binermiş. Duvarları tam ve üstü de kapalı olsa, buranın bir câmiden farkı kalmıyacak. İki minberin oluşu, hem de birinin kapalı, birinin açık yapılışı, ayrıca hava cereyanını sağlamak için iki aded de pencere bırakılışı buraya bir husûsiyet kazandırmışdır. Mihrâb, câmilerdeki gibidir. Burası 810/1407 târihinde Paşa oğlu İskender tarafından yapdırılmışdır.
Bursa'daki Umur Bey namazgâhı ise, Kara Timurtaş Paşa oğlu Umur Bey tarafından 843/1439'dan sonra tesîs olunmuş, (Resim 1)'da görüldüğü gibi vakfa tecâvüz edilmiş ve bir ev gelip namazgâha yanaşmış.
İstanbul Okmeydanı'ndaki namazgâhın ise yakın vakte kadar hâli içler acısıyken, şimdilerde Okçular Vakfı'nın girişimiyle haylı düzgün bir hâl kazanmıştır. Spor târihimizin en mühîm vesîkaları olan menzil taşları, bugün toprak altına gömülmüş: pek çoğu da kırılmış vazîyetdedir.
Bu üç namazgâh da, istirâhat ve ibâdet yeri olarak bahsedeceklerimizin dışında kalan açık hava câmii tipindedirler.
Şimdi Üsküdar'dan îtibâren, Anadolu menzil yolunda bulabildiğimiz –ki Gebze'ye kadar gidebiliyor, ondan ötede bir şeye rastlayamıyoruz- namazgâhlardan bahsedelim: Hîcaz'a kadar arada denizle bir kesinti olmadığı için, Üsküdar'a "Kâbe toprağı" denildiği malûmdur. Aslında şimâlden dolaşıldıkdan sonra, Rumeli yakasının da "Kâbe toprağı" olması îcab eder, fakat o devirde coğrafî bilgilerin eksikliğinden olacak, böyle düşünmüşler! Her yıl, Hâc zamânından önce, Hîcaz'a padişâhın maddî armağanını götüren Sürre Alayı ve onların reîsi mevkıinde bulunan Sürre Emîni ile beraberindekiler, Üsküdar'a geldikleri vakit, bugün Doğancılar Parkı olan yerde çadırlar kurarak, birkaç gün istirâhat etdikden ve buradaki Azîz Mahmûd Hüdâyî, Nasuhî Efendi gibi mubârek zevâtın türbelerine de uğradıkdan sonra yola koyulurlardı. Ahmediye'den Karacaahmed'e doğru, arka yoldan bir dik yokuşla çıkılır ki, ismine hâlâ "Menzilhâne Yokuşu" derler. Münferid olarak Anadolu'ya gidecek kimseler de, orada bulunan menzilhânede geceleyip münâsib bir günde yola düzülüyorlardı.
İşte bu menzilhâne yokuşu üzerinde, Tavaşî Hasan Ağa Mescîdi'nin önüne İbnü'l-Emîn Ahmed Ağa tarafından 1124/1712 târihinde yaptırılmış bir çeşme ve namazgâha rastlanır (Resim 2). Zâten çeşme ile namazgâh birbirinden pek ayrılmıyorlar; birinin
olduğu yere ekseriyâ diğeri de yapılmış. Tabiî bu söylediğimiz, şehiriçi çeşmeler için câri değildir. Resimde görülen merdivenlerin yanındaki duvarda, eskiden hayvan bağlanacak halkalar vardı. Şimdi belki siz, "Câmi varken, hemen önüne namazgâh yapmağa lüzum var mıydı?" diye düşünürsünüz. Efendim, böyle işlek bir yolda, o zamanki yegâne vasıta olan –hâşâ huzûrdan- hayvan bırakıldığı vakît, mutlaka bir yere bağlanmalı. Zira yola çıkan kimse, ibâdet maksadıyla namazgâh yerine câmiye girerse, kötü niyetli bir şahıs oradan hayvanını götürebilir veya başıboş kalan hayvan kaçabilir. Onun için bu halkalara canlı nakil vasıtasını bağladıkdan sonra, gözü arkada kalmadan çeşmede abdestini alıp ibâdetde bulunan şahıs, Besmele'sini çeker ve uzun yoluna revân olur... Bütün bu anlattıklarımızın yerine getirildiği bir namazgâh resmini de Üsküdarlı Hoca Ali Rızâ Bey'in fırçasından seyrediyorsunuz (Resim 3).
Şimdi menzil yolunu takîben Karacaahmed Sultan'a geliyoruz. Bu arada sabah namazını müteâkıb gün ağarırken yola çıkıldığı ve sıcak basmadan yol almağa bakıldığı unutulmamalıdır. Karacaahmed'den sonra Miskinler Tekkesi'nde bir vakfe yapılıyor... Bu tekkenin tarîkatle bir münâsebeti olmayıp, tıp tarihi noktasından mühim bir eser: Leprozöri, yâni miskinler (cüzzâmlılar) için yapılmış bir tecrîdhâne... Bunun önünde, sadaka taşı denilen ve silindir biçiminde -tahmînen bir metre boyunda- olan, üst ortası çukurlaşdırılmış birkaç taş dikili idi, 1957 yılında istimlâke kurban oldu. Her geçen, sadaka taşına maddî imkânına göre birkaç akçeyi muhakkak bırakdıkdan sonra yoluna devâm ediyor; çünkü oraya yardımda bulunulmazsa, seyahatin kolay şartlarda geçmeyeceğine inanılıyor. Burada bir istitrad yapmak isterim: Eski ictimâî hayâtımızda mühîm yeri olan bu taşlara, bilhassa fukara semtlerindeki camîlerin önünde rastlamak imkânı var. Üsküdar İmrahor Câmii yakınında bir tanesini bugün görmek mümkündür. Bilhassa başkalarınca fark edilmeyecek bir zaman olan akşam ile yatsı arası seçilerek, muhtaçlara sadaka verme niyeti bulunan kimse, bu taşın üstüne bir mıkdar para bırakıyor. Yine o saatlerde bir başkası da, ihtiyacı kadar parayı oradan alıyor. Karşılıklı terbiye ile bu derecede incelmiş bir an'ane... Böylelikle alan kimden aldığını, veren de kime verdiğini bilmiyor. Sosyal adaletin sık sık bahis konusu edildiği devrimizde, vaktiyle milletimizin de kendince katkıda bulunduğuna bir misâl olmak üzere arz ediyorum (Resim 4).
Miskinler Tekkesi'nden sonra, daha önce kitâbesinden bahsetdiğim Saraçlar Namazgâhı'na geliyoruz (Resim 5). Bunu Saraçlar kâtibi Abdullah Ağa yapdırmış, adı oradan geliyor. "Bugün nerededir?" diye sorarsanız, anlatayım: 1956-57 senelerinde, İstanbul'a yeni bir veche vermek için belki lüzumlu, fakat tarîhî İstanbul'a âdeta bir suikasd olan büyük istimlâk hareketleri yapılmışdı, hatırlarsınız. İşte o esnâda, anlaşılan gelecek asırlarda arkeoloji ile uğraşacak olanlara bir yardımda bulunmak için, Karayolları İdaresi bunu toprağın altında bırakmış! Onun yakınındaki İbrahim Ağa namazgâhı da aynı âkıbete uğramış. Eh ne yapalım! Nasıl ki târih öncesi devirleri bugün araştırıyorsak; yüzlerce yıl geçer, bunu da toprağın altından çıkartıp mânâ verecek kimseler bulunabilir!
İbrahim Ağa'dan sonra Ayrılık Çeşmesi'ne geliyoruz. Burası, Sürre alayına dua merasiminin yapıldığı mahal... Anadolu seyahatine yalnız başına çıkan kimselerin de uğurlandığı yer... İsmi de zâten buradan geliyor. Belki daha eskiden de mevcûd olan çeşmesinin üstündeki kitâbenin ifâdesine nazaran, Kızlar Ağası Gazanfer Ağa tarafından yaptırılıp önce Kerim Ağa, sonra 1154/1741 târihinde de Ahmed Ağa tarafından tamir ettirilmiş. 1340/1921'de Düriye Sultan eliyle yeni bir tâmir görmüş. Bugün namazgâh kısmı kalmamışdır, esâsen istimlâk hareketinde çeşme de toprağa batmışdı; yakın vakitlerde hayırlı bir teşebbüsle yükseltilip eski hâline getirildi.
Bu yol Karacaahmed Mezarlığı'nın devâmı... Zâten, Karacaahmed Mezarlığı eskiden Söğütlü Çeşme'ye, bugün Mahmudbaba Mezarlığı denilen yere kadar uzanıyordu. Fakat tecavüzlerle bölüne bölüne ancak bugünkü kısmı kalmışdır.
Ayrılık Çeşmesi'nden Söğütlü Çeşme'ye kadar, arada kimbilir kaç namazgâh vardı? Çünkü buraları, yol boyunca bir dinlenme yeri vasfını taşıdığı için, takrîben 500 ilâ 1000 m.de bir, hayırseverler tarafından yapdırılmasına gayret olunmuşdur.
Söğütlü Çeşme'nin de çeşme kısmı hâlâ duruyor, fakat namazgâhı kalmamış; yine vakfa tecavüzle arkasına bir ev gelmiş oturmuş. Söğütlü Çeşme o zaman büyük ağaçlarla dolu, fakat meskûn bir yer değil. Biz buradan Kızıltoprak'a doğru gideceğiz. Bu iki semt arasında kalan ve bugün trafiğin yeniden geçirilmiş olduğu eski Bağdad yolu üzerinde, Kalyoncular başhalifesi Ömer Efendi'nin 1186/1772'de yapdırmış olduğu bir namazgâhı görüyoruz (Resim 6). Burada da bermutad vakfa tecavüz var: Arkasına çirkin bir bina gelmiş yanaşmış. Son zamanlarda, mihrâb taşının yerini de değiştirmeğe lüzum görmüşler: Bir inşaat şirketi sokak içindeki apartmanlarının reklâmını getirip namazgâhın yanına koymuş. Buranın bânîsinin kim olduğunu belirten kitâbe nasılsa kendini kurtarmış, önde görülüyor. Ömer Efendi Namazgâhı'nın kuyusu da var. Bu yol üzerindeki istirâhat ve ibâdet yerlerinin çeşmelerine, vaktiyle Çamlıca'dan su getirilmişdir. Fakat olur ya, sular kesilir; işte o zaman abdest almak için kuyudan istifâde ediliyor. Birkaç yıl evvel, ön tarafda çeşme yalakları görülürdü, sonradan nasıl olduysa kayboldu! Bânîsi Ömer Ağa ve yakınlarının kabirleri de biraz ötede iken, yeni yapılan evlerde oturanların rahatsız oluşu sebebiyle, onlar da yok edildi!
(Yazının devamı gelecek hafta…)
Prof. Uğur Derman
Resim: 1 – Bursa'da Umur Bey Namazgâhı
Resim: 2 – Üsküdar'da, Bağdad Menzil yolu üzerinde İbnü'l-Emin Ahmed Ağa Namazgâhı (Dr.Süheyl Ünver'in fırçasından).
Resim: 3 – Ressam Hoca Ali Rızâ Bey'in yağlı boya ile işlediği bir namazgâh
Resim: 4 – Üsküdar İmrahor Câmii yakınında bulunan sadaka taşı
Resim: 5 – Haydarpaşa'da Saraçlar Namazgâhı'nın kitâbesi ve üstde kıble taşı
Resim: 6 – Kızıltoprak yakınında Ömer Efendi Namazgâhı