Hüsn-i hat, âbidelerimizin ilk hatırlanacak olan değerlerindendir. Bir binâyı içinden, yâhut dışından güzelleştiren yazı ve bunun beraberindeki bezeme unsurlarının seyredene nasıl bir ruh ferahlığı verdiğini ancak o hâli yaşayanlar bilir. Üstelik, çini gibi câzip renklerden şevk alan bir tarafı bulunmamasına rağmen, okuma vâsıtası olarak hat ayrıca dikkat çeker. Dînî ve edebî kültüre sâhib bulunan her ziyâretçiye böylelikle bir tebliğ sunar, ibret dersi verir. Mâmafih, hat san'atına sadece bediî cepheden bakarak da zevk alınabilir. 19. asrın hat üstadlarından Kādıasker Mustafa İzzet Efendi (1801-1876) : "Hüsn-i hattı okumak, lâleyi kok(la)mak gibidir" buyurmakla, nasıl ki lâlede râyiha aramağa gerek duyulmadan onun sâdece seyriyle yetinilirse, san'at icrâ olunarak yazılmış bir hat eserinin seyredilişi de, sevgilinin boyu gibi elifleri, bâdem gözlü vavlarıyla insanoğluna sonsuz hazlar verir.
Vakıfların uhdesindeki hat eserlerini, tarihimiz boyunca "menkûl/taşınabilir" ve "gayrimenkûl/taşınamaz" vasıflarıyla iki bakımdan ele almak mümkündür: Kâğıd üzerine yazıldıktan sonra, çoğu kere san'atlı bir şekilde bezenip cildlenmiş olan, başta Kur'ân-ı Kerîm (mushaf)'ler ve En'âm-ı Şerîf'ler olmak üzere, delâilü'l-hayrât, evrâd-ı şerîfe ve duâ mecmûası gibi dînî, yâhud tasavvufî mâhiyetteki yazma nüshalar; kâğıdın tek yüzüne yazılıp bir mukavvaya yapıştırılarak etrafı bezenen kıt'alar ve bunların albüm hâline getirilmiş şekli olan murakkaa'lar, Hz. Peygamber'in evsâfından bahseden hilye-i saâdetler, nihâyet büyük boy yazıların yer aldığı celî hat levhaları "taşınabilir" yazı örnekleridir. Yüzyıllardır en ziyâde câmi, dergâh ve vakıf kütübhânelerinde toplanmış bulunan bu kabîl kıymetli eserler, zaman içinde ya eskiyip yıpranarak, yâhud da çalınarak yok olma yolundayken, Şeyhulislâm Mustafa Hayri Efendi'nin (1867-1921) Evkāf Nâzırlığı esnâsında (1913-1915) bâzı hayırsever Osmanlı münevverlerinin teşebbüsüyle bunların bir binâda toplanması kararlaştırılmış, Süleymaniye külliyesinde yer alan Dârü'z-zıyâfe bu maksada tahsîs edilerek, Evkāf-ı İslâmiyye Müzesi adıyla faaliyetini burada sürdürmeğe başlamıştır.
Hüsn-i hat dışındaki birçok vakıf eserlerini de kubbeleri altında barındıran bu müessesenin adı Cumhuriyet'den sonra Türk ve İslâm Eserleri Müzesi olarak değiştirilmiştir. Evvelce mevcud Şer'iyye ve Evkāf Vekâleti'nin lağvıyla hâsıl olan boşlukta, bu müze Maârif Vekâleti'ne bağlanırken asıl isminin bu şekilde değiştirilmesi her hâlde münâsip görülmüş olmalıdır. 1983 yılında Sultanahmed'deki İbrahim Paşa Sarayı'na nakledilen Müze, artık Kültür Bakanlığı'na bağlı bulunmakla beraber, sonradan alınan sınırlı sayıdakiler dışında, muhtevâsı îtibâriyle vakıf eserlerinden oluşmuştur.
Yine bu cümleden olarak, bilhassa İstanbul'da çok rastlanan vakıf kütüphânelerinin binâsı harâbiyete uğramış bulunanlarının (Fâtih, Âşir Efendi, Beşirağa, Hamîdiye v.b.g.) muhteviyâtı Süleymaniye Medresesi'nde 1918'den başlayarak toplanmağa başlamış, buna da sonunda Süleymaniye Kütüphanesi adı verilmiştir. Kendi binalarında kalabilen bâzı vakıf kütüphâneleri de (Köprülü, Koca Râgıb Paşa, Âtıf Efendi, Hacı Selim Ağa, Murad Molla v.b.g.), yeniden oluşan Süleymaniye Kütüphânesi'yle birlikte Cumhuriyet'ten sonra Maarif Vekâleti'ne bağlanmış; şimdilerdeyse Kültür Bakanlığı bünyesine dâhil edilmiştir. 1913'de gerçekleştirilen ve Evkāf-ı İslâmiye Müzesi'nin esasını teşkil eden ilk müzelik eserlerin toplanması keyfiyetinden sonra da, buralarda kalmış olan -san'at kıymetini hâiz- bir hayli eser vardır. Yine aynı şekilde, 1930'da açılan Ankara Etnografya Müzesi'ndeki muhtelif vakıf eserleri meyânında hat örneklerine de rastlamak mümkündür.
Câmilerde ve vakıf teberrükât ambarlarında birikmiş olan aynı mâhiyetteki eserlerin -Evkāf-ı İslâmiye Müzesi'ni teşkil edenler mertebesinde san'at ağırlığı taşımasalar bile- Fatih civarındaki Halıcılar Medresesi'nde Vakıflar Hat Müzesi adıyla teşhire açılması Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce 1970 yılında gerçekleştirilmiş, daha sonra taşındığı Bayezid Medresesi'nde bu müze yeniden ziyarete açılmıştır.
Aslında, her eser veya şâheser vakfedildiği mekânda durmalı ve bu şekilde sun'î teşhir mahallerine hâcet kalmamalıydı. Vaktiyle "yüzünden okunmak" üzere maddî ve manevî büyük emeklerle hazırlandıktan sonra vakfedilen mushaf, duâ mecmûası gibi seçkin eserlerin bir müzede vitrin veya raflara konularak muhâfaza altına alınması asıl gâyesine, dolayısıyla vâkıfın şartına muhâlif gibi görünse de, artık basım yoluyla istenildiği kadar çoğaltılabilen matbû nüshalar dururken, eskileriyle aynı mükemmeliyette yazılıp tezhiplenmesine, cildlenmesine bir daha ihtimal bulunmayan bu şâheserlerin, İslâm medeniyetinin geçmişten geleceğe birer ilâhî yâdigârı olarak intikālini temin etmekde her hâlde isâbet vardır. Çünkü kıymetinden habersiz kimselerin elinde böyle eserler yıpranmakta, bâzı densizlere de çalıp götürme fırsatını vermektedir. Ne yazık ki, XX. yüzyılda sür'atle bozulan kıymet hükümleri, ahlâkın tasfiyesi için vâr olan dînî yapılardaki eserlerin "taşınabilir" vasfını yaygın bir ahlâksızlık tezâhürüyle "çalınabilir" şeklinde değiştirdiğinden, bu gibi eserlerin müze korumasına alınması kaçınılmaz olmuştur. Bu fikrin isâbetini gösteren yeni sayılabilecek bir hâdiseyi nakletmeliyim: Sultan Reşad'ın 1911'deki Rumeli seyahati sırasında, Edirne'deki Selimiye Câmii'ne vakfettiği Hasan Rıza hilyesinin 1995 yılında bir gece ansızın kayb oluşunu unutamıyorum. Hani küçük eb'adlı bir eser olsaydı aklım erecekti de, iki metrelik boyuyla bu kocaman levhanın çalınışını havsalam almıyor! Bu gibi eserlerin câmilerde durmaması gerektiğini artık ben de kabulleniyorum.
Vakıfların bugün uhdesinde bulunan yeri sâbit hat eserlerini de şöyle sınıflandırabiliriz:
- Bilhassa binaların dış cephelerinde o binanın künyesi mâhiyetinde yer alan ve kitâbe adıyla tanınan büyük eb'adlı yazılar. Bunlar ekseriya mermer üzerine yazıları kabartma olarak hâkkolunmuş, imkân bulunduysa harfler varak altınla kaplanıp zeminleri de ördekbaşı yeşili, siyah, nâdiren vişneçürüğü gibi koyu bir renge boyanmakla hem câzibesi artırılmış, hem de dış tesirlerden korunmuştur. Bu işleme tâbi' tutulmayanlar bile, havanın tertemiz olduğu o mes'ud devirlerde zamanın acımasızlığına direnebilmiştir. Oysa, son yıllarda ciğerlerimizi tehdid eden hava kirliliği bu mâsum kitâbelere de musallat olmağa başlamış; havada bulunan -eser mıkdardaki- kükürd asidi onların bozulmasını (meslekî tâbiriyle: karıncalanmasını) artırmıştır. Bütün câzibesine ve hoşluğuna rağmen varak altınla kaplamak pahalı bir iştir; ancak bildiğim kadarıyla, taşa püskürtülerek onu dış tesirlerden koruyan kimyevî maddeler, hayrânı olduğumuz Batı âleminde artık kullanılmağa başlanmıştır. Acaba bu yeniliği kabullenerek kitâbelerimizi 2000'lerde bu yolla emniyet altına alamaz mıyız?
- İç mekânlarda ender olarak taş üzerine hâkkolunmuş kuşak yazılara rastlanır, bunların iki en güzîdesi Nusretiye Câmii'ndeki ve Fâtih/Nakş-dil Türbesi'ndeki Mustafa Râkım (1758-1826) kuşaklarıdır. Taşa mahkûk eserler -şâyet dâhilde ise- sağlam yapılarıyla yüzyıllara meydan okuyabilir durumdadır. Ancak sıvaüstü nakış usûlüyle yapılan yazılar tâmir sırasında san'at kıymetini kaybeder hâle gelmektedir. Geçen yıl Süleymaniye Câmii'nde böyle bir vukuât oldu: Mâbedin dâhilindeki pencere alınlıklarında mevcud bulunan hattat Abdülfettah Efendi'ye (ö.1896) âid "esmâ-yı hüsnâ" takımı zamanla eskiyip kararmış. Câmi cemâati tâmirini arzû ettiği cihetle, bir genç nakkaş bulunup, zamanında üstübeç + beziryağı karışımıyla hazırlanan koyu renkli bir zemîne, varak altın yapıştırılarak yapılmış olan bu yazıların yeniden altınlanmasına başlanmış. Ancak nakkaşın hat san'atından nasîbi olmadığı için yazılar çığırından çıkmış. Gözünden bu aksaklığı kaçırmayan bir dostumun dâvetiyle zamanımızın hattatlarını toplayıp gittim. Haydi, Vakıflar İdâresi maddeten faydalı olamıyor; hiç olmazsa bizlerin mutâbakatını almadan böyle bir işe müsâade etmemeli, değil mi? Ne gezer… Bir hattat arkadaşımız kalemiyle yeniden kalıb hazırlayarak göze çarpan bozulmayı önlemiş oldu. Bunu kulağımıza küpe olsun diye belirtiyorum. 30 yıl önce de Beyoğlu Ağa Câmii'ndeki Halim Özyazıcı'nın (1898-1964) celî sülüs kuşağı bir câhil nakkaş eliyle katledilmişti, artık öylece duruyor. Yavuz Selim'deki Sultan Abdülmecîd Türbesi'nin duvarlarındaki paftalı kuşak da 25 yıl evvel aynı âkıbete uğradı.
Yazımı bağlamak üzere şunu belirtmeliyim: 1989 yılı Vakıf Haftası'nda tertiplenen 'Restorasyon Semineri'nde "Vakıf Eserlerinde Hat Restorasyonu" başlığıyla bir tebliğ sundum (VII.Vakıf Haftası, s.305-308, Ankara,1990). Ancak o günden bu yana hiç bir şeyin değişmediğini üzülerek görüyorum. İcrâ makamından, bu makālemin nazar-ı îtibâre alınmasını hâssaten rica ederim. Hat hususunda, Vakıflar İdâresi'nce, ehline sorulmadan bir işe kalkışılmaması da arz ve temenni olunur.
Resimaltı yazısı
Evkāf-ı İslâmiyye Müzesi'nin Süleymâniye Medresesi'nde te'sîs olunduğu vakit (1914) girişine konulan Sultan Reşad tuğralı kitâbe. Tuğra İsmail Hakkı Altunbezer'e celî sülüs hattı ise Mâcid Ayral'a âiddir.
Prof. Uğur Derman