(Bu makâlenin beşinci bölümü geçen hafta neşredilmiştir)
Meşhur Mürekkepçiler
Eski mürekkepçileri pek bilemiyoruz. Ancak Sultan II. Mahmud devrinde mûzibliği ile meşhur bir mürekkepçi Sâlih Efendi varmış ki, bayram arifelerinde tebdîl-i kıyâfetle çarşıda dolaşmayı seven ve tanındığında kendisine hürmet gösterilmesinden hoşlanmayan Pâdişahın, girdiği dükkânın karşısında el bağlar, dururmuş… Sultan Mahmûd-ı Adlî, musâhibi Said Efendi'ye, "Şu edepsiz herife beş on lira ver de, def olsun" deyince Sâlih, musâhibe: "Efendi, on liraya adam savulur mu? Elli altın olmazsa 'Pâdişâhım çok yaşa' diye bağırırım" der ve çil çil Mahmudiye altınlarını koparıp gidermiş!
Bir defa da lekeci esnafı ile anlaşarak Bayezid ve Nûruosmâniye câmilerine çaylak getirip salıvermiş. Onlar da telâşla uçuşurken, kanatlarıyle zeytinyağı dolu kandilleri devirmişler ve cemâatin üstü başı berbâd olmuş. Hâdise saraya kadar aksetmiş. Sultan Mahmud da bu haşarı mürekkepçiyi gāliba Sakız adasına sürgüne göndermiştir.
XIX. asrın sonlarında mürekkepçilik yapan bâzı zevât: Zeyneb Hanım konağı karşısında yâni Fen Fakültesi'nin Vezneciler tarafındaki cadde üzerinde Mürekkepçiler Hanı vardı. Buna Sabuncu Hanı da denirdi. Sokağın başındaki, Bursalı İsmail Ağa'nın dükkânıydı. Bu zât Kādıasker Mustafa İzzet Efendi, Şefik Bey, Muhsinzâde Abdullah Bey, Şevkı Efendi, Sâmi Efendi gibi en benam hattatlar için mürekkep yapardı. İki oğlu vardı: Yüzü yamalı Mehmed Efendi -ki bacakları sakattı- ve Süleyman Efendi. Her Ramazan'da dükkâna bir kanepe koyup üstüne halı örterlerdi. Sultan II. Mahmud bir Ramazan günü bu dükkâna gelip perde arkasında oturmuş. Onun hâtırasına her sene böyle riâyet olunurdu. Bursalı İsmail Ağa, isi adamlarına çıkarttırırdı. Bâbıâlî, Mâliye ve resmî devâire mürekkep satardı. Onun mürekkebine su konulmaz, tam kıvâmında verirdi.
Abdullah Efendi: Fâtih Medresesi'nde mürekkep yapan genç bir hoca idi. Hattat Hâşim Efendi'den yazı da meşk etmişdi.
Çerkes Hurşid Efendi: Rüstem Paşa Câmii altında idi. Mürekkebi diğerleri kadar iyi değildi. Ölünce refîkası satışa devam etti.
Ebrîci Bekir Efendi: Vezneciler'de hem ebrî kâğıdı, hem de mürekkep yapar ve satardı.
Bu asrın başlarında, Konyalı Abdülfettahzâde Müderris Vehbi Efendi'den mürekkep îmâlini öğrenip en güzel şekliyle yapan Necmeddin Okyay ve Osmanağa Câmii hatîbi Abdülkādir Şeker (1875-1942) efendiler de burada zikre değer. Bugün Türkiye'de is mürekkebi yapılabildiği gibi, Îran'dan da getirilmekdedir.
Mürekkep Vakfı
Yalnız câmi, medrese, mekteb, çeşme… vakfı olmaz. Eski hayırseverlerden mürekkep vakfetmeyi düşünenler bile çıkmıştır. Adam yazı yazmak ister, amma divitine mürekkep koyduracak parası yok, o halde şu vakfiyeyi berâber okuyalım: (Haremeyn: 8, sayfa:344, sıra:182.):
İstanbul Soğanağa mahallesi sâkinlerinden elhac Mustafa Ağa'nın vakfiyesinden: "…Merhum Sultan Bayezid-i Velî imâreti kapusu pîşgâhında (önünde) beher hamîs (her perşembe) günü, bir adama vakfiyeden mürekkep verilip, bir emin kimse, tâlibinin devâtına (istiyenlerin divitlerine) kifâyet edecek mıkdârı tevzi' ve taksîm eylediğinde mukābelesinde rûhuma duâ taleb ede".
Târihde Mürekkep Fiyatları
1050 Hicrî yılı (1640) Ramazanında tesbît edilen mürekkep fiyatları: "Neft isinden Hasan Paşa mürekkebi, tahrire gelir. Bir dirhemi bir akçeye. Bezir isinden mürekkebin iki dirhemi bir akçeye. Ve evsatının dört dirhemi bir akçeye".
XIX. asır sonlarında, yukarıda zikrettiğimiz mürekkepçilerden Bursalı İsmail Ağa da en âlâ mürekkebin dirhemini on paradan verirdi.
Tırsî mahlâsıyle gazeller yazan ve 1140 / 1727'de vefat eden, dîvânî hattatı İbrahim Efendi'nin mürekkep hakkındaki gazelinden anlaşıldığına göre XVIII. asır başında mürekkebin dirhemi bir paraya satılıyordu:
Dükkânda satardım kuru, yârâne mürekkep,
Dirhemciği bir pâreye, ammâ ne mürekkep!
Cüz'îce mürekkep yalamış, derler, efendi!
Ağzında bulaşmışlara her yâne mürekkep.
Hiç yazı nedir bilmeyene "al" denilir mi?
Lâzım olur elbet yine yâzâne mürekkep.
Kâr isteyen alurdu sepetli şişelerle
Mekteb dolaşır satmağa sıbyâne mürekkep.
Hep kara kuru düş gibi bilmem bana "Tırsî"
Döküldü, bulaşdı hele hemyâne mürekkep!
Gazelin ikinci beytinde, mizâhi bir ifâdeyle dokunulduğu gibi, eskiden okumuş yazmış kimseler için "fazla mürekkep yalamış" tâbiri kullanılırdı. Bu söz şuradan gelir: Kâğıd sâdece resmî dâirelerde doğrudan doğruya âharlenmemiş, yâni yumurta akı veya nişasta ile terbiye edilerek cilâlanmamış şekilde kullanılırdı. Bu kâğıdların üstündeki yazılar, ancak kazınmakla yerinden çıkabilir. Böylece, resmî kayıtlarda kazıntı ve silinti kabul edilmeyerek, sahtekârlığın önüne geçilmiş olurdu. Resmî işler hâricinde kullanılan kâğıdlar ise, dâima âharlenmiş olur, tashih kalemtıraşı ile hafifce kazınmakla veya yalanmakla yazı kolayca yerinden çıkardı. Okuyup yazmış kimseler, tahsilleri nisbetinde hatâ yapıp dolayısiyle onu hemen yalayarak kâğıd üzerinden temizledikleri için haklarında işte bu "fazla mürekkep yalamış" tâbiri kullanılırdı. Artık ne o mürekkepler, ne o mürekkepçiler ve ne de o mürekkep yalamışlar kaldı!
Konunun genişliği dolayısiyle pehlivan tefrikasına dönen şu yazı dizisinin sonunda "hodri meydan!" dersem şaşmayın. Zâten işin sonu meydana, yâni kâğıda kaldı azîz okuyucularım!
Prof. Uğur Derman