Türk-Amerikan ilişkilerinde ne zaman bir kriz baş gösterse "bu sefer çok farklı, diğerlerine benzemiyor" değerlendirmesi yapılır.
Bu argüman bir kere medyada yer bulmaya başladı mı tersi bir şey söylemek daha da zor hale gelir.
2003'te tezkere krizi yaşandığında da benzer şeyler söylendi, çuval hadisesinde de, karşılıklı olarak vizeler askıya alındığı zaman da.
Halbuki krizleri aynı zamanda uluslararası siyasetin serencamı ile birlikte okuduğumuzda çarpıcı benzerlikler bulmak mümkün.
Daha da önemlisi her bir krizi kendi bağlamında ve aktörleri ile birlikte değerlendirmeye koyulduğumuzda da bu bakış açısı oldukça işlevsel araçlar sunuyor.
Brunson krizi de bu açıdan iyi bir örnek.
Pence ve Trump öyle bir zamanda meseleyi krize çevirdiler ki, her türlü konjonktürel mesele ile ilişkilendirmek mümkün hale geliyor.
Kudüs kararına karşı Türkiye'nin çıkışını cezalandırmaktan İran yaptırımlarına karşı dirençli davranmasına, Amerika'daki ara Kongre seçimlerinden Trump'a karşı açılan davalara kadar geniş bir yelpazeye yayılan konulardan herhangi biri ya da hepsi ile birden ilişkilendirmek mümkün ve bu tür yorumlar fazlasıyla yapıldı.
Ancak bir çoğu uluslararası siyasetin dönüşümünü gözden kaçırdı.
Gerek Soğuk Savaş döneminde yaşanan krizler gerekse Irak İşgali ile başlayan gerilimleri doğrudan etkileyen şey, ABD'nin uluslararası siyasete yönelik provizyonu ve bölgesel dizaynda Türkiye'ye biçtiği rolden kaynaklanıyor.
ABD açısından müttefiklik ilişkisi Sovyet tehlikesine karşı bir cephe ülke ve aradaki bağımlılık ilişkisi çerçevesinde anlamlıydı. Türkiye bu çerçevenin dışına çıktığı dönemlerde ise bir yaptırımla karşı karşıya kaldı. Haşhaş krizi de, silah ambargosu da bu bağlamda değerlendirilebilir.
2000'ler sonrasında da ABD'nin bu tavrı devam etti. Irak'ı işgal edeceği zaman, bu işgalin Türkiye'ye maliyetine pek takılmadan Türkiye topraklarını kullanma noktasında herhangi bir sorun yaşamayacağını düşündü.
İran'la nükleer müzakereleri yürütürken de, İran'ı cezalandırmak istediğinde de Türkiye'nin kelimenin tam anlamıyla "peşine takılmasını" bekledi. Fakat her seferinde bir pürüz çıktı.
Bugün yaşadığımız krizler de bu ilişki biçiminin devam ettirilme çabasından başka bir şey değil.
Trump yönetimi İsrail merkezli yeni bir bölgesel düzen ihdas etmeye çalışırken Türkiye'nin itirazsız bir şekilde ayak uyduracağını düşünüyor. BAE, Mısır ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçlerin tavrının bir benzerini bizim de sergileyeceğimizi bekliyor.
Kudüs'ün İsrail'e eklemlenmesi, PYD'nin palazlandırılması, İran'a karşı operasyonlar gibi somut konularda Türkiye'nin tavrının otomatik olarak ABD'nin beklentisi çerçevesinde şekilleneceğini öngörüyor.
Halbuki, Türkiye'nin daha otonom ve kendi güvenliği ve çıkarları doğrultusunda adımlar atabileceği, atmak zorunda kaldığı şartları da büyük ölçüde ABD'nin kendisi oluşturuyor. Bu şartlarda Türkiye mütekabiliyet ilkesini hayata geçirebiliyor.
Buradan bakılınca Brunson meselesinin neden bir krize dönüştüğünü anlamak daha kolay oluyor.
ABD'nin bu bakış açısını kolay kolay değiştirmeyeceği ve Türkiye'nin de buna razı olmayacağı düşünüldüğünde bu tarz krizlerin çıkması sürpriz olmayacak.
Bu durum ne ABD ile savaşacağımız ne de ABD'nin bölge siyasetinde kullanışlı bir malzeme olmayı kabulleneceğimiz anlamına geliyor.
Bu gerilim bu düzlemde devam edecek. ABD Suriye siyasetini değiştirmedikçe ve teröre destek verdiği sürece, Türkiye Rusya ve İran'la iş tutmaya devam edecek. S-400'ler gündeme geldikçe F-35'leri vermemek için yeni engeller çıkaracak.
Bu krizler kimi zaman ısınacak kimi zaman ise sönümlenecek.
Türk-Amerikan ilişkilerini anlamak için "stratejik müttefik", "model ortaklık" gibi ezber söylemlerin ötesine geçmemiz gerekecek. Sadece bizim değil Amerikalı politika yapıcılarının da ezberini bozması gerek.