Bu yıl Japonya'nın Osaka kentinde düzenlenen G-20 zirvesi sona erdi.
G-20'yi, uluslararası kurumlar arasında düzenli bir şekilde işleyen ve ülkelerin önem verdiği tek zirve olarak nitelemek abartı olmayacaktır.
Ne BM doğru dürüst işliyor ne de diğer kurumlar.
Aslında işlevselliği açısından G-20'nin de, liberal dünya düzeninin bir parçası olan diğer kurumlardan bir farkı yok. Çünkü bu zirveden de dünya siyaseti adına bir çıktının üretildiğini söyleyemeyiz.
Bu durumun sebebi de belli: ABD kendi hegemonyasının devamını sağlayan bir düzen kurmuştu. Bu düzenin en önemli bileşenleri de uluslararası kurumlardı.
Bu yüzden uluslararası siyaset de, uzunca bir süre çok taraflılık, ortak sorumluluk, ortak güvenlik gibi kavramlar etrafında konuşuldıu.
Ancak ABD'nin dünya siyasetindeki konumunu maliyet üzerinden değerlendirmeye başlaması, başka bir deyişle ABD'nin uluslararası siyasette daha az maliyet üstlenme refleksi ile hareket etmesi bu düzeni sarstı.
ABD'nin bu hareket tarzı ise diğer aktörlerde de korumacılık refleksini güçlendirdi.
Bugün ABD ile Çin arasında yaşanan ticaret savaşının, karşılıklı kotaların artırılması, vergi oranlarının yükseltilmesi bu yaklaşımın sonucunda ortaya çıktı.
Hal böyle olunca çok taraflılık değil, ikili ilişkiler; ortak çıkar değil, ülke çıkarı; ortak güvenlik değil, herkesin kendi güvenliği merkeze oturmuş oldu.
Buna rağmen G-20 zirvesinin işlemeye devam etmesi de bununla ilgili.
Zirve boyunca konuşulması gereken konular çevre, kürsel ısınma, kalkınma, siber saldırılara karşı ortak güvenlik, daha hakkaniyetli ekonomik paylaşım gibi konular olmasına rağmen bu konular daha çok formalite düzeyinde kalıyor.
Zirve daha çok ikili görüşmelerle daha fazla gündeme geliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın zirve boyunca ABD, Rusya, Almanya, İngiltere, İspanya, Hindistan, Endonezya gibi bir çok ülkenin devlet ve hükümet başkanları ile bir araya gelmesi bu durumun temel göstergesi.
Zirveye katılan diğer liderlerin de bu kadar yoğun olmasa da kayda değer ikili görüşmeler gerçekleştirdiğini söylemek mümkün.
Kısacası uluslararası siyasetin karakteri, çok taraflı zirveleri ve kurumları da dönüştürüyor.
…
Türkiye açısından bakıldığında ise zirve iki açıdan önemli oldu.
Birincisi, Erdoğan-Trump görüşmesi. S-400'lerin alımı dolayısyla ABD'nin hoşnut olmadığı biliniyor. Hem Kongre'den hem de Pentagon'dan Türkiye'ye yaptırım uygulanması için Trump'a ciddi bir baskı söz konusu.
Erdoğan-Trump görüşmesi bu anlamda bir gösterge değerinde oldu. Her ne kadar Trump pozisyonunu açıkça ortaya koymadıysa da sorumluluğu Obama yönetimine yıkarak yeni bir formül üzerinde çalışılabileceğini ifade etti. Patriot sistemine vurgu yapması, bu sistemi Türkiye'ye satmayı da içerecek bir formülün masaya yeniden ve yeni şartlarla gelebileceğine işaret ediyor.
Trump'ın bu yaklaşımı şimdilik Türkiye'yi rahatlatmış durumda.
Ancak S-400'ler teslim alındığında CAATSA yasası konusundaki insiyatifini nasıl kullanacağı çok daha önemli.
İkinci önemli konu ise bir çok ülkenin görmezden geldiği konuların Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından gündeme getirilmiş olması.
BM sisteminin çarpıklığı ve yarattığı adaletsizlikten Kaşıkçı cinayetine; Batı'nın demokrasi konusundaki iki yüzlülüğünden Mursi'nin ölümüne kadar bir çok meseleyi yeniden hatırlattı.
Kısacası Cumhurbaşkanı Erdoğan hem Türkiye'nin çıkarlarını en üst düzeyde gözetti, hem de kendisine ümit bağlayan kesimlerin sesi oldu.