Bir kavle göre; "Dünya bir oyun ve oyalanma yeridir". Belli bir yaşa kadar, hemen her çocuk için; "Hayat oyun, içindekiler oyuncak hükmündedir".
Atalarımız, çocuk fıtratının saflığına, samimiyetine dikkati çekerek; "Çocuktan al haberi" demişler. Ayrıca; "Yuvarlananın yumuş tutacağını, oynayan tayın at olacağını" söylemişler.
Hz. Ali (r.a.), annelere ve babalara, çocukların yaş ve dönem özelliklerine uygun bir tavsiyede bulunmuş. "Çocuklarınızla yedi yaşına kadar oynayın, yedi yaşından on dört yaşına kadar arkadaşlık edin, on dört yaşından sonra onlara danışın" diye buyurmuş.
Şimdi, bütün bu ve benzeri tecrübeleri, birikimleri göz önünde bulundurarak; dünyanın ve içindekilerin sevk ve idaresine çocukları da dâhil etsek, hatta bir adım daha ileri gidip yönetimi onlara devretsek acaba ne olur? Kim bilir, belki de hatta büyük bir ihtimalle; yeryüzü daha yaşanılabilir bir çevre ve ortam haline gelir.
EKİN DAVASI
Rivayete göre Hz. Davut'un hem Peygamber, hem Hükümdar olduğu dönemde; adamın birinin koyunları ağıldan çıkıp, başka birinin tarlasına girerek ekinlerini yemişler. Koyunların sahibi ile ekinlerin sahibi bir olup; adil bir çözüm üretmesi için, Hz. Davut'a müracaat etmişler. Bir hesap yaptırmış; ekinlerin bedeli ile koyunların değeri birbirine denk gelmiş. Koyunların sahibine hitap ederek; "Koyunlarını ekinlerin sahibine ver, zararını tazmin et" demiş.
O sırada huzurda bulunan ve henüz çocuk yaşta olan Hz. Süleyman; babası Hz. Davut'a, başka bir çözüm teklifi sunmuş. "Ekinlerin mahsulünün toplanacağı zamana kadar, koyunlar eski sahibinde kalsa; sütünü sağsa, yününü kırksa, kuzularını da alıp ondan sonra yeni sahibine teslim etse nasıl olur?" diye sormuş.
Bu teklif; her iki tarafa da daha adil ve makul gelmiş. Hz. Davut; "Vallahi bu, hakka ve hukuka daha uygun oldu" demiş.
ZEYTİN DAVASI
Tanzimat döneminin meşhur telif eserleri arasında, "Muhayyilat-ı Aziz Efendi" adlı bir roman vardır. O romanın içinde, enteresan bir "Zeytin Davası" yer alır.
Adamın biri, uzun bir hac yolculuğuna çıkarken; zeytin küpünü komşusuna emanet etmiştir. Ayrıca, büyük servet değerindeki altın kesesini de; o zeytin küpünün dibine yerleştirip öyle gitmiştir.
Dönüp geldiğinde; zeytin küpünü geri alır ama dibindeki altın kesesini bulamaz. Mahkemeye gidip komşusu aleyhine dava açar; fakat şahidi, delili, ispatı olmadığı için hiçbir sonuç alamaz.
Davaya bakan Kadı; kalben adamın haklı olduğuna inanmaktadır. Ancak; kişisel kanaatine göre değil, delillere göre karar vermek zorundadır.
Bir akşam evine dönerken; çocukların "Zeytin Davası"nı oyun haline getirip aralarında oynadıklarını görür. Derken, Kadı rolündeki çocuğun; zeytin yetiştiricilerinden tecrübeli birilerini çağırarak, küpteki zeytinlerin hangi yılın mahsulü olduğuna dair sorular sorduğuna şahit olur.
Çocuk Kadı; hacca giden adamın küpünde eski senenin mahsulü olduğunu; komşusunun iade ettiği küpte ise yeni senenin mahsulünün bulunduğunu öğrenir. Bu noktadan hareketle; zeytinlerin değiştirildiği, dolayısıyla dibindeki altın kesesinin de iç edildiği istikametinde karar verir.
Bu temsili oyun; Kadı Efendi'nin aydınlanmasına vesile olur. Böylece; "Zeytin Davası" adaletle son bulur.
AİLE MECLİSİ
Eskiden beri, Pazar sabahları Aile Meclisi yapıyoruz. Anne, baba ve çocukları olarak; kişisel, kurumsal, toplumsal meselelerimizi birlikte müzakere ediyoruz.
Yıllar önce, musluklarımızdan su yerine çamur aktığı yahut uzun uzun "tıss" sesi çıktığı günlerde; İstanbul'un "su sorunu"nu gündemimize almıştık. Enine boyuna konuşup tartışmış; çözüm yolları bulmaya çalışmıştık.
Müzakere süreci içinde, biz sadece moderatörlük yaptık. Konuşmayı, tartışmayı, fikir üretmeyi, çözüm teklif etmeyi tamamen çocuklara bıraktık.
Sohbetin sonunda; anne-baba olarak bizi hayrete düşürecek kadar çarpıcı bir gerçek, alenen ortaya çıktı. O günlerde, İstanbul'u bizim çocuklar yönetselerdi; su sorunu daha kolay çözülmüş olacaktı.
SİZ OLSAYDINIZ
İki binli yılların başlarında, yöneticisi olduğumuz özel okulda; ilkokul, ortaokul düzeyindeki çocuklara, "Siz Olsaydınız" başlıklı bir anket uyguladık. "Siz anne, baba, öğretmen, idareci, Belediye Başkanı, Kaymakam, Milletvekili, Bakan, hatta Başbakan olsaydınız" diye başlayıp; "Ne yapardınız, nasıl yapardınız?" diye biten sorularımıza yazılı cevaplar aldık.
Ortaya çıkan sonuç; çocukların hayata bakışını anlama açısından da; eğitim-öğretim-yönetim sürecine değer katışını kavrama açısından da çarpıcı oldu. Aldığımız cevapların oluşturduğu farkındalık; "Kendi Okulunu Kendin Yönet" başlıklı yeni ve özgün bir projeyi doğurdu.
TAÇ GİYEN BAŞ
Meşhur bir atasözümüze göre; "Taç giyen baş akıllanır". Çocukların ve gençlerin erken zamanda iyi yetişip olgunlaşmaları; ancak ve ancak, onlara yetki ve sorumluluk verip sahanın içine çekmekle sağlanır.
Ayrıca, Hz. Davut, sekiz-on yaşlarında bir çocukken sefere çıkıp ırmak imtihanını geçebilmiş ve o günün en büyük zalim kralı olan Calut'u sapan taşı ile alnından vurup öldürerek tarihin seyrini değiştirebilmişse; bizim çocuklarımız da, "bugünün Davut'ları" olmaya adaydır. Hz. Ali (r.a.), sekiz-on yaşlarında bir çocukken Müslüman olup Hz. Peygamber (s.a.v.)'in çekirdek kadrosu içinde yer alabilmiş ve hem ilmi hem de cesareti ile dünyaya nam salabilmişse; bizim çocuklarımızın da, "bugünün Ali'leri" olma imkânı, ihtimali, potansiyeli vardır.
Zekeriya Erdim