Arama

Zekeriya Erdim
Ekim 28, 2019
Münazara, müzakere, mücadele eğitimi
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Bizim ailede, birbirimiz yahut sevdiklerimiz için dua ederken; bir metni ve muhtevayı sürekli gündemde tutuyoruz. "Allah zihnine açıklık, gönlüne ferahlık, diline tesir gücü, bedenine sağlık ve afiyet versin" diyoruz.

Çünkü, insan ve toplum hayatı için; bütün bu unsurların aktif ve verimli çalışması çok önemli. Her birinin ayrı ayrı da kıymeti var ama birlikte ve uyum içinde görev yapmaları daha değerli.

Bir başka ifadeyle, bunlar; hayatın bütün alanlarında ve konularında, her yerde ve her zaman, herkese lazım olan unsurlar. "Akıl ve fikir" gücünü, "moral ve motivasyon" gücünü, "ifade ve ikna" gücünü, "davranma ve direnme" gücünü temsil ediyorlar.

Son günlerde, bu tespitin tarihe not düşecek şekilde tescil edildiği bir süreci yaşadık. Kısa bir zaman dilimi içinde, terörü ve teröristi güvenlik tehdidi olmaktan çıkarmak için yapılan sınır ötesi operasyonlarda; devletin ve milletin "söylem" gücünü, "eylem" gücünü, "ikna" gücünü, "irade" gücünü eş zamanlı olarak ve büyük bir başarı ile kullandık.

Türkiye tarihi, coğrafi ve stratejik konumu bakımından; yolların, planların, heveslerin, hayallerin, ümitlerin, beklentilerin, menfaatlerin, maslahatların çakıştığı yahut çatıştığı bir yerde. Onun için; tarih boyunca hep ellerde, dillerde, gönüllerde.

Bir yönüyle, aşık olunacak kadar alımlı bir sevgili; bir başka yönüyle, elde edilmesi de tutulması da zor bir peri. Uykulara giren, rüyaları süsleyen, umutları besleyen, tırmandıkça yükselen bir vuslat yeri.

Onun için; imtihanı da izdihamı da bitmiyor. Asırlar geçiyor, nesiller değişiyor; başındaki bulutlar bir türlü gitmiyor.

Görünen o ki; devletimiz ve milletimiz var oldukça, varlık mücadelemiz de devam edecek. Birilerinin coğrafyamız üzerindeki menfur emelleri de aziz milletimizin yurdunu ve yuvasını korumak için yek vücut seferber olma halleri de sürüp gidecek.

O zaman, kesintisiz devam edecek bir "duruş ve direniş sistematiği" geliştirmeliyiz. Bebeklerden çocuklara, çocuklardan gençlere, gençlerden yetişkinlere, yetişkinlerden yaşlılara doğru; güçlü bir münazara, müzakere, mücadele geleneği oluşturmalıyız.

Birinci vazifemiz, bu ruhu korumak ve geliştirmek olmalı. Tarihi yaptıkça, yaşadıkça, yazdıkça; eskilerden yenilere miras kalmalı.

OYNAYAN TAYDAN ŞAHLANAN KÜHEYLANA

Sözlükler, "münazara"yı; "Bir konuda, birbirine zıt görüşlerin karşılıklı olarak savunulması" diye tarif ediyorlar. Uzmanlar ise; "Önemli olan savunmadır. Taraftarı az olan bir düşünce, iyi savunulduğu zaman daha çok kişi tarafından benimsenebilir. Karşı tarafın açığını yakalamaya özen göstermeyi ama açık vermemeyi, dil ve üslup bakımından inandırıcı ve ikna edici olmayı, iddiaları mantığa-muhakemeye ve bilimsel verilere dayandırmayı gerektirir" diyorlar.

Öte yandan, "müzakere" de münazaranın ikiz kardeşi. Kişilerin, kurumların, devletlerin, toplumların ihtilafları gidermek, anlaşmazlıkları çözmek, talepleri yahut iddiaları muhataplara kabul ettirebilmek için sürdürdükleri bir "ikna ve iletişim" süreci.

Bilenlerin beyanlarına göre; Cumhurbaşkanımız Sn. Recep Tayyip Erdoğan , gençlik yıllarında, okullarda yapılan münazaralarda ve "Milli Görüş" hareketinin sosyal ve siyasal organizasyonlarında aktif görevler almış. Bugünkü siyasetinde ve hitabetinde, o tecrübe ve birikimlerin kayda değer payı varmış.

Bizim lise ve üniversite yıllarımızda, "Mücadeleciler" diye anılan bir siyasi ve ideolojik gurup vardı. Dönemin gazetecileri ve yazarları, onlardan "Sağın Dev-Genç'i" diye söz ediyor ve "aysberk"ler (buz dağları) gibi görünmeyen kısmının görünen kısmından daha büyük olduğunu söylüyorlardı.

Zamanla gurup dağıldı yahut dağıtıldı ama "mücadele ruhu" devam ediyor. O tezgahtan geçip yetişkin olanlar, hayatın tüm alanlarında ve konularında; "din ve devlet, vatan ve millet" derdinin, davasının kavgasını veriyor.

İçlerinden birilerinin siyasette, bürokraside, sivil toplum kuruluşlarında, ticarette, bilimde, sanatta, medya dünyasında iyi yerlere geldiklerini biliyoruz. Çocukluk ve gençlik yıllarında "oynayan tay" olma fırsatı bulanların, yetişkinlikte "şahlanan küheylan"lar haline geldiklerini görüyoruz.

ŞAHLARIN, PADİŞAHLARIN OYUNU

Milattan önceki asırlardan beri var olduğu bilinen "satranç"; günümüz dünyasının "zihin sporu". Tarihi geçmişi ve geleneği bakımından ise; Doğu'da şahların ve padişahların, Batı'da kralların ve imparatorların oynadıkları bir "savaş oyunu".

Rivayete göre, Yavuz Sultan Selim Han; henüz şehzade iken, Şah İsmail ile satranç oynama gereği duymuş. Derviş kılığında Acem Diyarı'na gidip, bir handa diğer yolcularla oynayarak ve önüne gelen herkesi yenerek namını duyurmuş.

Bunun üzerine, Şah İsmail ulak gönderip sarayına devet etmiş. Uzun bir müsabaka sürecinin sonunda, O'nu "mat" etmiş.

Hatta, "Bire derviş! Hiç şahlar mat edilir mi?" diye haykırıp kendisine tokat attığı ve bir kese altın vererek saraydan yol ettiği söyleniyor. Ayrıca, Yavuz'un "Sanma şahım, herkesi sen, sadıkane yar olur / Herkesi sen, dost mu sandın, belki ol ağyar olur" diye başlayan ve edebiyatımızdaki "vezn-i aher"in ilk örneği olan şiiri o zaman yazdığı ifade ediliyor.

Anlaşılan o ki; satranç oyununda savaşın yahut mücadelenin bütün safhaları ve süreçleri var. Yetişme çağındaki çocuklarımız ve gençlerimiz, evlerimizde ve okullarımızda, bu alana yönlendirilmeli; bol bol akıl ve fikir, plan ve program, saldırı ve savunma, zihin çalıştırma, strateji geliştirme alıştırmaları yapmalılar.

Zekeriya Erdim

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN