Hayatta var olabilmemiz, varlığımızı aktif ve verimli bir şekilde devam ettirebilmemiz için gereken "ihtiyaçlar" farklı, çeşitli olduğundan; insanlar da farklı özelliklerde yaratılmıştır. Her biri; rollerini iyi oynayabilmeleri yahut görevlerini hakkıyla yerine getirebilmeleri için gereken "kabiliyet" ve "kapasite" ile donatılmıştır.
Öte yandan; küçük, orta, büyük ölçekli her iş bir "planlama" çalışmasını gerektirir. Bunun en başında ise; insanlar ile işler, imkânlar ile ihtiyaçlar arasında sağlıklı bir "denge" kurmak gelir.
Ancak, zaman zaman ve hatta sık sık; yanlış tercihler, yönlendirmeler yahut müdahaleler yaparak bu dengeyi bozuyoruz. Sonu riskli yahut tehlikeli olacak şekilde; fıtratımıza da ihtiyaçlarımıza da uygun olmayan, yanlış "yol haritaları" çiziyoruz.
Bu cümleden olmak üzere; orta ve yükseköğretim sistemimizde, "arızalı" bir gidiş var. Anneler, babalar, öğretmenler, idareciler, aydınlar, üst düzey yöneticiler el ve dil birliği yapıp; yetişme çağındaki çocukları ve gençleri, ağırlıklı olarak, "fen bilimleri" alanlarına ve bölümlerine yönlendiriyorlar.
Sonuç olarak; "sosyal bilimler" çok da gerekli ve önemli değilmiş gibi bir algı oluşuyor. Kişiler, birimler, kurumlar ona göre vaziyet alıyor; olguyu algıya feda edecek şekilde çalışıyor.
YÖK'ÜN "ÜSTÜN BAŞARI SINIFI" PROJESİ
2017 Yılında, Yüksek Öğretim Kurulu'nun iradesi ile yeni bir uygulamaya başlandı. En iyi üniversitelerin Fizik, Kimya, Biyoloji ve Matematik bölümlerini kazanmış en parlak öğrenciler; İstanbul Üniversitesi'nin bünyesinde, "üstün başarı sınıfı" adıyla bir araya toplandı.
Tercih edilen her bir alana, her yıl 15'er öğrenci kabul ediliyor. Dersleri ise, değişik üniversitelerden gelen ve "first class" diye nitelendirilen seçkin hocalar tarafından veriliyor.
Bu öğrenciler; yurt, üç öğün yemek ve ayda 1000 Türk Lirası burstan oluşan "eğitim destekleri" alıyorlar. Zorlananlar, pes edenler; kendi üniversitelerine ve fakültelerine geri dönmüş oluyorlar.
Kendilerine özel bir "müfredat" hazırlanmış. Projenin nihai hedefi; "geleceğin bilim insanlarını yetiştirmek" diye tanımlanmış.
Birinci sınıfta, "temel eğitim" amaçlı ortak dersler veriliyor. İkinci sınıftan itibaren, alan ve bölüm derslerine giriliyor.
Programda Yabancı Dil, Edebiyat, Tarih, Sanat Tarihi, Arkeoloji, Bilim Felsefesi gibi dersler de var. Çünkü, onları olabildiğince "çok yönlü" yetiştirmek istiyorlar.
Mezun olduklarında, "iş bulma" sorunları olmayacakmış. Diplomalarında, kendi üniversitelerinin adı yazacak; ancak, "Temel Bilimler Programı'nı başarıyla bitirmiştir" ifadesi de yer alacakmış.
Bütün bu ve benzeri çabalar, çalışmalar takdirle karşılanıp; "çok iyi, çok güzel" denilebilir. Fakat, aynı zamanda; "Bilim tanımı içinde sosyal bilimler yok mu, aynı uygulama sosyal bilimler için de yapılmalı değil mi?" diye sorulması ve sorgulanması gerekir.
ALAN VE BÖLÜM TERCİHLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Orta öğretimde, okul modelleri içinde; ilk "Fen Lisesi" 1964 yılında Ankara'da, ilk "Sosyal Bilimler Lisesi" 2003 yılında İstanbul'da kuruldu. Toplam 39 yıllık zaman farkıyla; Fen Lisesi sayısı 208'e, Sosyal Bilimler Lisesi sayısı 89'a ulaşmış oldu.
Ayrıca, aralarında çok ciddi düzeyde "nitelik farkı" var. Başarı puanlarına göre belirlenen "yüzdelik dilim" açısından; Fen Liseleri % 7.99'luk dilimden, Sosyal Bilimler Liseleri % 58.3'lük dilimden öğrenci alıyorlar.
Yükseköğretimdeki alan ve bölüm tercihlerinin de buna paralel olarak geliştiği, gerçekleştiği biliniyor. Tercih sıralamasında "ilk 100"e giren üniversitelere ve bölümlere bakıldığında; kahir ekseriyetinin "fen bilimleri" olduğu görülüyor.
Toplam 100 öğrenciden 1'i "sözel" puanla, 1'i "dil" puanıyla, 7'si "eşit ağırlıklı" puanla, 91'i ise "sayısal" puanla söz konusu alanları ve bölümleri tercih etmiş. Böylece, "sosyal bilimler % 1.75"te kalmış; "fen bilimleri % 98.25"e kadar gitmiş.
Burada da "açı farkı" ürkütücü boyutlara doğru ilerliyor. Kendimize gelip; "Bize sosyolog, psikolog, tarihçi, coğrafyacı, hukukçu, ilahiyatçı, öğretmen, sanatçı… lâzım değil mi?" diye sormamız ve sorgulamamız gerekiyor.
Unutmayalım ki; fen bilimleri "beyin" yahut "akıl" ise, sosyal bilimler de "kalp" yahut "ruh" hükmündedir. Kalbi kararan, ruhu kapanan insan; "insan" olmaktan çıkıp, "robot" haline gelir.
Sonuç olarak; insanın, toplumun ve hayatın bir "bütün" olarak ele alınması gerektiğini biliyoruz. En az fen bilimleri kadar, sosyal bilimlere de önem ve değer verilmesini; istiklalimizin ve istikbalimizin "olmazsa olmaz" şartlarından biri olarak görüyoruz.