İlâhî mesajın inzal olmaya başladığı Ramazan ayını, tekrar kavuşma dileği ve duası ile uğurlarken; yıllardır derunumuzda duran, zaman zaman sızlayıp kanayan bir yara yeniden gündemimize geldi. İnsanlık âleminin yegâne "kurtuluş reçetesi" olan İslam'ı, doğru "temsil" ve "tebliğ" ederek, "asrın idrakine sunma" sorumluluğu; bir kez daha, âciz ve günahkâr omuzlarımıza yüklendi.
Hal ve gidişimizi; kim bilir kaçıncı kere, tekrar "sorgulama" sürecine girdik. Varlık içinde yokluk çeken, elinin altındaki bal şerbetini bırakıp yad ellerin gümüş tasla sunduğu zehri yahut katran suyunu içen bir ümmetin mensubu olarak; en acı gerçeklerimizle yüz yüze geldik.
Yakından, uzaktan, içeriden, dışarıdan biri kapımızı çalıp; "Dininize girmek ve sahih iman, sâlih amel, sağlam duruş sahibi bir Müslüman olmak istiyorum" dese. Kendisine yol göstermemizi, rehberlik ve danışmanlık yapmamızı istese.
Acaba, hangimiz; ona nasıl bir "istikamet" veririz? Allah'ın emrine, Peygamber'in sünnetine uygun bir din anlayışına ve yaşayışına sahip olabilmesi için; hangi kişileri, kurumları, kaynakları adres gösteririz?
Teoride, "tahrif edilmemiş" bir ana kaynağa sahip olmamıza rağmen; pratikte, kayda değer ihtilaflarımız var. Toplum nezdinde "irşad makamı" durumunda bulunan kişiler, kurumlar, çevreler; birbirinden oldukça farklı "din" yahut "İslam" tarifleri, tanımları yapıyorlar.
Hükmü kesin ve net beyan edilmeyen "içtihadî" konularda ihtilaf olması; normaldir, hatta gereklidir. Ancak, insanların tercihlerine bırakılmayan "itikadî" konularda; kesin mutabakat sağlanması gerekir.
İfrat ile tefrit arasında çokça zikzaklar çizilen, hak ve hakikat dini zararlı bidatlerle ve hurafelerle bozulan bir ortamda; kime ve neye uyacağımızı bilemeyiz. Doğrusuyla, yanlışıyla "yan yol" konumunda bulunan mezheplerin ve meşreplerin her birinin "yegâne ana yol" gibi takdim edildiği bir dünyada; "sırat-ı müstakim" üzere olamayız.
Meramı ve meseleyi, iki önemli örnekle izah etmeye çalışalım. Böylece, bu ağır yükü sizlerle de paylaşma niyeti ve gayreti göstermiş olalım.
MEALLERİN VE TEFSİRLERİN DURUMU
İnsanların büyük çoğunluğu İslam dininin ana kaynağı olan Kur'an-ı Kerimi anlamak, kavramak, yaşamak için; meal, tefsir ya da bu amaçla yazılmış kitapları okuyor. Bir ayetin anlamını ve açılımını birden fazla kaynaktan baktıklarında; yer yer, karşılarına farklı yahut çelişkili beyanlar çıkıyor.
Mesela, Hz. İbrahim'le ilgili ayetlerin tercümelerinde; iki ayrı ön kabul var. Bir kısmı, "önce yıldızlara-aya-güneşe tapıp sonra akıl yürütme yoluyla rabbini bulduğu"; diğer bir kısmı ise, kavminin taptıkları ile alay ettiği ve hiçbir zaman müşriklerden olmadığı" mesajını veriyorlar.
Yıllardır, çeşitli kişilerin ve kurumların yazılı ve sözlü beyanlarında; bu iki farklı mealin ve tefsirin kullanıldığını biliyoruz. Ayrıca, biraz araştırma yapanlarımız; aynı konuda daha önce gelen ayetlerin ve surelerin tercümeleri ile daha sonra gelen ayetlerin ve surelerin tercümeleri arasında "iç tezatlar" olduğunu görüyoruz.
Bu arıza Allah'tan ve Kitap'tan olmadığına, olamayacağına göre; biz kullara aittir. Ehil ve güvenilir kişilerin, kurumların ortak çalışmalarıyla; "ilâhî mesajın asıl muradı" konusunda birlik temin edilmelidir.
Ayrıca, meallerin ve tefsirlerin tercümelerinde; söz ve söyleyiş estetiği bakımından da mucizevî olan Kur'an lafzının şanına yakışır doğrulukta ve güzellikte bir dil ve üslup bulmak, oldukça zor. Çünkü Arapça bilmek, İslâmî ilimlere vâkıf olmak yetmiyor; aynı zamanda, iyi bir Türkçe ve edebiyat bilgisine de sahip olmak gerekiyor.
Sonuç olarak; muhtevası bakımından "doğruya en yakın", dili ve üslubu açısından "okunmaya en yatkın" meallerimiz, tefsirlerimiz, tebliğlerimiz olmalı. Diğer bütün kitaplar; "bir tek kitabı daha iyi anlamak ve yaşamak için" okunmalı.
İLMİ İLE AMEL ETMEYENLERİN HALİ
Yazılı vahiy Kur'an, yaşanmış vahiy Sünnet, yaratılmış vahiy mikro ve makro âlem; bir bütün olarak, insanı ve diğer varlıkları kuşatan "hayat nizamı" özelliği taşımaktadır. Sağlığımız ve afiyetimiz, huzurumuz ve güvenimiz için; "ilim, iman, amel, tavır" bütünlüğü içinde idrak edilip, bütün boyutları ile yaşanmalıdır.
Ancak, insanlar ve toplumlar onu; bilinen ama istifade edilmeyen bir "kültür" haline getirdiler. Masallar, hikâyeler, romanlar gibi okuyup yazdılar, söyleyip anlattılar; sonra üstüne oturdular.
Bundan dolayıdır ki, gene bir Ramazan gününde Hz. Resul'e gelen ve ilk vahyin, ilk mesajı olan "oku" emrini; şarkı, türkü gibi "seslendirme" düzeyinde tutuyoruz. Gafletimizden midir, ihanetimizden mi bilinmez; okumanın "anlamak", anlamanın "yaşamak", yaşamanın "felaha ermek" için olduğu gerçeğini ve gerekliliğini unutuyoruz.
Oysa biliyoruz ki, Cuma Suresi Ayet 5'te; ilmiyle amel etmeyenler için, "sırtında kitap yüklü eşekler" benzetmesi yapılıyor. Hz. Ömer'e yahut Hz. Ali'ye ait olduğu rivayet edilen bir güzel sözde; "inandıkları gibi yaşamayanların, yaşadıkları gibi inanmaya başlayacakları" anlatılıyor.
İmam Gazali'nin de buna benzer bir teşbihi var. İlmiyle amel etmeyenler; sayfalarında yazılı olanlardan istifade edemeyen defterlere ve kitaplara, bıçakları biledikleri halde kendileri kesici olmayan bileyi taşlarına, başkalarını giydirirken kendileri çıplak duran dikiş iğnelerine, çevrelerine ışık verirken kendileri yanmakta olan lamba fitillerine benzetiliyorlar.
Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy; bu konudaki durumumuzu çok güzel özetlemiş. O veciz mısralarında; temel sorun ile köklü çözümü iç içe vermiş:
Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı, / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı.
Ya açar bakarız Nazm-ı Celil'in yaprağına, / Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkıyla bilin; / Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.
Ölüler dini değil, sen de bilirsin ki bu din; / Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin.
Ramazan'da hafıza tazeleyip, yeniden hatırladıklarımızı; hayata hâkim kılarak "yaşama" zamanı. Allah ile ahdimizi tazeleyip; kişisel, kurumsal, toplumsal, evrensel sorumluluklarımızı bir kez daha "kuşanma" zamanı.