Geçtiğimiz günlerde, bir TV kanalının sahur programına misafir olduk. İlim ehlinden Ekrem Demirli hocamızla, sanat ehlinden Ahmet Özhan üstadımızla sohbet etme fırsatı bulduk.
Ana konumuz, "tasavvuf" anlayışı ve yaşayışı oldu. Başka dallarda ve dillerde de dolaştık ama muhabbet bu merkez etrafında oluşturuldu.
Ekrem Demirli hocam, "ilim" penceresinden bakıp; İslam dairesi içinde bir tasavvuf tanımı yaptı. Ahmet Özhan üstadım, "sanat" penceresinden yaklaşıp; tasavvuf anlayışının genelde sanata, özelde ilahilere yansımalarını anlattı.
Doğal olarak, biz de "eğitim", daha doğrusu "terbiye" açısından ele almayı denedik. Tasavvuf geleneğinin yahut sistematiğinin; "insanı aklen, ruhen, bedenen terbiye ederek ihsan mertebesine ulaştırma yahut yaklaştırma gayreti" olduğunu söyledik.
Sohbetin bir bölümünde; "arif olma" meselesi üzerinde duruldu. Okunan ilahilerin mesaj ve muhteva derinliğine daldık; gönül hanemizde, bir "irfan sofrası" kuruldu.
Program sonrası, kendimize döndüğümüzde; iftar ve sahur sofralarımızı irfan sofralarına dönüştürmenin önemini, bir kez daha hatırlamış olduk. Konuyla ilgili tespitlerimizi ve tekliflerimizi; siz değerli okuyucularımızla paylaşma gereği duyduk.
Programı buradan izleyebilirsiniz
ÂLİM OLMAK, ÂRİF OLMAK
Bizim kültür ve medeniyet geleneğimizde; "ilim-irfan sahibi olmak" çok önemlidir. Bu ikisi, birbirinin mütemmim cüzü (tamamlayıcı unsuru) olup; et ile tırnak, beden ile ruh gibidir.
Bir yandan, "âlimin mürekkebi" ile "şehidin kanı" birbirine denk sayılırken; öte yandan, "ârifin mârifeti" hak ve hakikat yolunun işaret taşları yahut istikamet tabelaları gibi görülmüştür. İlim ehline de, irfan ehline de; aynı derecede saygı duyulup, değer verilmiştir.
Onun için; "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu" mealindeki ayet-i kerime ile "Arife tarif –arifeye tarife gerekmez" şeklinde formüle edilen atasözü, algı ve anlayış kuşumuzun iki kanadıdır. Ayrıca, adına "bilgelik" dediğimiz şey; hem "ilim", hem de "irfan" sahibi olmanın diğer adıdır.
Hz. Mevlana; "Ârif odur ki, âlete bakınca Allah'ı görür" demiştir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ise; "âlim" kimliği ile "ârif" kimliğini birleştirip bütünleştirerek, Anadolu irfanını bir şiirde özetleyivermiştir.
"Hak şerleri hayreyler, / Zannetme ki gayr eyler, / Ârif onu seyreyler, / Mevlam görelim neyler, / Neylerse güzel eyler" mısraları ile başlayan söz konusu şiir; yıllardır, ilahi formatında söylenip dilden dile, gönülden gönüle dolaşıyor. Öte yandan, nakarat kısmı; bir "darbı mesel" (güzel söz) olarak, günlük hayatımızda halen yaşıyor.
Mesnevi'de geçen hikâyeler arasında, bir "üzüm kavgası" vardır. İlim, irfan sahibi olmanın gereğine, önemine dikkat çekecek şekilde; şöyle anlatılır:
Adamın biri, farklı dillerden ve kavimlerden dört kişiye; birlikte değerlendirmeleri için bir dirhem verir. Nasıl kullanılacağı yahut paylaşılacağı; aralarında ihtilaf konusu haline gelir.
Herkes kendi diliyle konuşup; birincisi "engûr", ikincisi "inep", üçüncüsü "istafil" almak ister. Dördüncüsü hepsine itiraz edip; "üzüm alalım" der.
Her birinin dilini bilen ve aslında aynı şeyi istediklerinin farkına varan bir âlim; meseleye müdahil olur. Ellerindeki parayla üzüm alıp önlerine koyarak, çözüm yolunu bulur.
Cumhuriyet dönemi hikâye yazarlarımızdan Ömer Seyfettin'in; "ilim" ile "irfan" arasındaki farkı fark ettiren bir hatırası vardır. Olaya yakından şahit olan dostları; özet olarak şöyle anlatır:
Rahmetli sık sık; "ilim başka, irfan başka" dermiş. Birlikte muallimlik (öğretmenlik) yaptığı meslektaşlarından bazıları, buna itiraz edermiş.
Bir gün öğretmenler odasında; "Avusturalya'dan iki yüz vagon şeker geliyormuş" diye bir açıklama yapmış. Arkadaşları memnuniyetle karşılayıp; artık şekerin ucuzlayacağına dair muhabbete başlamış.
Biraz sonra, içeriye bir hademe (hizmetli) girmiş. Aynı haberi onunla da paylaştığında; "Efendim yalandır, kelin tırnağı olsa kendi başını kaşır" demiş.
Bunun üzerine; "Gördünüz mü, tahsilli muallimler düşünmeden inandı; tahsilsiz hademe inandırıcı olmadığını anladı" diye bağırmış. Arkasından; "Bu millet âlim değildir ama âriftir. Bu irfan sayesinde, pek çok şeyi okumuşlardan daha iyi bilir" diyerek ilim ile irfan arasındaki farkı vurgulamış.
ANLAM VE ALGI KAYBI
İşin acıklı tarafı şu ki; modern zamanlarda, pek çoğumuz, ilimden de irfandan da uzaklaştık. Anlayışımızın, kavrayışımızın altyapısını oluşturan kelimeleri ve kavramları, hikâyeleri ve kıssaları, atasözlerini ve fıkraları, bilmeceleri ve tekerlemeleri, şarkıları ve türküleri, marşları ve ilahileri unutup; "anlam ve algı zenginliği" bakımından iyice fakirleştik, hatta kısırlaştık.
Eskiden sözün derinliği vardı; gönülden çıkar, yine gönüle girerdi. Zihin, dil, göz, kulak; bu soylu sürece sadece aracılık ederdi.
Şimdi insanlar, özellikle de çocuklar ve gençler; dillerinin ucu ile konuşuyorlar. Kendilerine ait olmayan emanet, misafir, yabancı, aykırı, ajan kelime ve kavramları; bilgisizce ve bilinçsizce, ağızdan ağıza kulaktan kulağa taşıyorlar.
Biz, kendi evimizde ve ailemizde; bu açığı kapatmaya çalışıyoruz. İftar ve sahur sofralarımızda; anlam ve algı dünyamızı zenginleştirecek değerlerimizi yeniden hatırlamaya ve hatırlatmaya yönelik olarak, mütevazi sohbetler yapıyoruz.
Her biri bir inci değerindeki kelime ve kavramları, aynı kökten türemiş diğer akraba kelime ve kavramlarla birlikte zikrettiğimizde; ufkumuz hem açılıyor, hem de genişliyor. Divan edebiyatından seçme şiirler, eski devirlerden kalma deyimler, kökü ayetlere ve hadislere dayanan özdeyişler, ibadet dilimizi oluşturan dualar ve sureler; hakkıyla anlaşıldığı zaman hem hayat, hem de müthiş bir haz veriyor.
Oğullarımız ve kızlarımız; hayretler içinde kalıp hayıflanıyorlar. Kendi halleriyle ve dilleriyle; "meğer derya içindeymişiz ama deryayı bilmiyormuşuz" diyorlar.
Kaybettiğimiz değerleri geri kazanıp, yeni değerler üretmenin moralini ve motivasyonunu yakalayabilmemiz için; Ramazan günlerinde oluşan geleneği, diğer zamanlarda da devam ettirmeliyiz. Sahur, iftar, ikram sofralarımızı; yeniden ilim ve irfan sofralarına dönüştürmeliyiz.
Zekeriya Erdim