İleri yaşına ve ağarmış başına rağmen, ortalamanın iki katı nüfusa sahip ailesinin geçimini sağlamak için gece gündüz çalışan bir baba. Buna ilave olarak; dost ve akraba çevresinden pek çok kimsenin maddi ve manevi yükü, yorgun-bitkin düşmüş omuzlarında.
Ayrıca; her zaman olduğu gibi birkaç sivil toplum kuruluşunun "sosyal sorumluluk" projelerinde emeği ve yüreği var. İlgi ve ihtisas dairesi içine giren alanlarda ve konularda; diğer gönüllülerle birlikte, amal defterlerini açık tutmaya vesile olabilecek güzel işler yapmaya çalışıyorlar.
Tansiyon ve şeker ibresinin inip çıkmalarına, bel ve bacak ağrılarının tavan yapmalarına aldırmadan; yol yürüyüp yokuş tırmanıyor. "Karanlığa taş atanlar yahut küfür edenler" kervanına dâhil olmadan; kendi çapında, kibrit çakıp mum yakma konumunda duruyor.
Gel gör ki; gene de hal ve gidişinden yeteri kadar memnun değil. Çünkü, millet ve memleket meseleleri açısından yanacak dert de yoracak dava da bitmiyor; "yırtık büyük, yama küçük, can sefil".
Geçtiğimiz günlerde, büyük oğlu, "med" ile "cezir" arasında git-gel yapan ruh haline tercüman olup; usturuplu bir şekilde silkeleyerek ikaz etti. Fıtri kabiliyet ve kapasite sınırları içinde, yapabileceklerini tek tek sayıp sıraladıktan sonra; "Sen daha iyi olabilirsin, olmalısın da" dedi.
Kırışık yüzü, acıklı bir tebessümle gülümsedi; buğulu gözleri, yer altı suları gibi içine akıp, gizlice ağladı. Zihni, bir tarih taraması yaptı; nedense, Kemal Tahir'in "Yorgun Savaşçı" adlı romanını hatırladı.
1919-1920 Yıllarında, İstanbul'daki yeni bir yola yöneliş örgütlenmeleri ile Anadolu'daki sivil direniş hamlelerini anlatıyordu. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş günlerinin, "Milli Mücadele" sürecine ışık tutuyordu.
Söz konusu romanın kahramanları ile kendisi arasında; benzerlik yahut özdeşlik köprüsü kurdu. Dinlenme taşında bir nefeslik mola verip, sonra yeniden yola koyulan hamalın hamlesi gibi; ellerini dizlerine dayayarak, ayakları üzerinde doğruldu.
Önce, oğlunun gözlerinin içine bakıp; samimi tebrik ve teşekkürlerini dile getirdi. Sonra, yıllar ötesinin uzak ufuklarından bu güne atıfta bulunarak; "Biz, çok cephede at koşturmuş yorgun savaşçılarız" dedi.
ÖMÜR BİTER, YOL BİTMEZ
Kişisel, kurumsal, toplumsal hayatımızın yoksulluk ve yoksunluk günlerinde; sınırlı imkânlarla, sınırsız denebilecek kadar uzun soluklu sosyal ve siyasal mücadelelere girmişlerdi. Aslında, şimdiki zamanlarda; arkalarına yaslanıp, doyasıya dinlenecek yaşa gelmişlerdi.
Ancak; ömür bitse de yol bitmiyordu. Yeni nesillerin büyük çoğunluğu; sorumluluk silahını kuşanıp, nöbeti devralarak, onların kaldıkları yerden mücadeleye devam etmiyordu.
Ayrıca; su uyur, düşman hiçbir zaman uyumazdı. Dâhili ve harici sınırlarda sızmalar varken; bir kenara çekilip, sessiz sedasız durulamazdı.
Ağır bedeller ödenerek kazanılmış değerler, kurtarılmış kaleler var. Hemen hepsi, yeniden kaybedilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlar.
Eskiler, mevsiminde yenecek olgun meyveler gibiydi. Yaparak ve yaşayarak öğrenilenler; sonuna kadar, katma değere dönüştürülmeliydi.
Cephede kalırlarsa, aktif ve verimli olurlarsa; yetişme çağındaki çocuklar ve gençler tarafından, "rol model" kabul edilme ihtimali vardı. Belki, söylemlerinden ve eylemlerinden etkilenip; onları örnek alırlardı.
Hücrelerine, dokularına, organlarına, organizmasına; "Toparlanın, yola devam ediyoruz" mesajını verdi. İçindeki küheylana bir kırbaç darbesi vurup, şahlandırdı ve kişnetti; yeniden, "akıncı beyi" psikolojisi içine girdi.
Çalışma masasının başına geçip; kâğıda ve kaleme el attı. Nefsine ve nesline meramını; birkaç mısra ile anlattı:
On yıllardır
Çok vatan cephesinde at koşturan,
Yorgun savaşçılardan biriyim;
Fırsat bulsa aklım-ruhum-bedenim,
Uzanıp uykuya yatmak istiyor.
Asırlardır
Okçular tepesinde sıkı duran,
Son Peygamber askeriyim;
Geç gelsin tabutum ve kefenim,
Yeni nöbetler beni bekliyor.
Zekeriya Erdim