Malum olduğu üzere, dilimizde; "vur deyince öldürmek" yahut "pireyi deve yapmak" gibi deyimler var. Her biri; gereğinden fazla "abartmak, büyütmek" anlamına geliyorlar.
Ayrıca; "kurunun yanında yaşı da yakmak" veya "kaş yapayım derken gözü çıkarmak" deyimleri de kullanılır. Böylece, konunun muhataplarına; "alanın, amacın ve usulün dışına çıkıldığında fayda umulurken zarar geleceği" uyarısı yapılır.
Bu bağlamda; "kitle psikolojisi" denilen ruh halini de hatırlamak ve hatırlatmak gerekir. Toplumsal olaylarda, bir dişten çıkan otuz iki dişe dağılır; aşağı mahallede yalan söyleyen kişi, yukarı mahalleye varınca kendisi de inanacak hale gelir.
Öte yandan, eskiler; "yaşatmak isterken öldürmek" üzerine kıssalar anlatırlar. Mesela, yavrusunu ağzında taşıyan bir kedinin, düşmesin diye fazla sıkıp boğularak ölmesine sebep olduğunu; geçmişten geleceğe, ibret alınması gereken bir miras olarak aktarırlar.
İçinde bulunduğumuz günlerde; "virüs salgını" nedeniyle, böyle bir süreç yaşıyoruz. Gereken tedbirleri alalım, yeteri kadar koruyalım ve korunalım derken; toplumu, daha tehlikeli bir "korku" ve "vehim" hastalığının bulaşıcı iklimine taşıyoruz.
Bunun bariz örneklerinden biri; okulların ve kursların açılıp açılmayacağı bocalaması. Bir yandan "sınav sonuçları" açıklanıp, "kayıt işlemleri" yapılırken; öte yandan, örgün ve yaygın eğitim hizmetlerinin, devam edip etmeyeceğinin tartışılması.
Evet, canlarımız; korunması gereken en öncelikli ve önemli değerlerimizdir. Ancak, yolun "yağar eser yolcu havasıdır" denip yürünmesi; kişisel, kurumsal, toplumsal hayatımızın kazançları ve kayıpları ile birlikte, faydası zararından fazla olacak şekilde devam ettirilmesi gerekir.
Onun için; biz, konuya farklı bir pencereden bakacağız. Sapla samanı birbirinden ayırt edip; meselenin püf noktasına ışık tutmaya çalışacağız.
İSTATİSTİKLERİN NE SÖYLEDİĞİNE BAKALIM
TÜİK verilerine göre; Türkiye'de, 2019 yılı içinde, toplam 435.941 kişi vefat etmiş. Bunlardan 160.426'sı, "dolaşım sistemi hastalıkları"; 80.2013'ü, "iyi ve kötü huylu tümörler"; 56.236'sı, "solunum sistemi hastalıkları"; 20.053'ü, "sinir sistemi ve duyu organları hastalıkları"; 19.181'i, "iç salgı bezi, beslenme ve metabolizma ile ilgili hastalıklar"; 16.129'u, "harici yaralanmalar ve zehirlenmeler"; 60.595'i, "diğer sebepler"; geri kalanı ise, "bilinmeyen nedenler" yüzünden ahiret âlemine gitmiş.
Öte yandan, alınan tedbirler sayesinde, önceki yıllara göre çok azalmış olmasına rağmen; aynı zaman dilimi içinde, toplam 174.896 karayolu "trafik kazası" olmuş. Yıl sonu itibariyle; 283.234 kişi yaralanmış yahut sakatlanmış, 5.473 kişi ölmüş.
Dünya Sağlık Örgütü tarafından, gene 2019 yılı içinde; 6.000.000 kişinin "aktif içici", 600.000 kişinin de "pasif içici" olduğu için "sigara yüzünden" öldükleri söyleniyor. Son yıllarda alınan muhtelif tedbirlere ve verilen ciddi mücadelelere rağmen; Türkiye'de bu sayının 120.000 civarında olduğu ve Kuzey Kore'den sonra ikinci sırada yer aldığı biliniyor.
Temmuz 2020'nin son haftasına girdiğimiz şu günlerde, "virüs sebebiyle" ölenlerin sayısı; dünyada 645.000, Türkiye'de 5.600 civarına vardı. Ülkemizde, bu yüzden vefat edenlerin yaş ortalamasının 74,6 olduğu, % 93'ünün "65 yaş üstü" kişilerden oluştuğu ve özellikle "kronik hastalığı olan" kimselerin risk grubunda bulunduğu, yetkili makamlar tarafından açıklandı.
Bu ve benzeri verileri doğru okumalı, iyi yorumlamalıyız. Sağlık, huzur, güven içinde yaşamak için aldığımız tedbirleri ve ödediğimiz bedelleri; ettiğimiz hayır ürküttüğümüz kurbağaya değecek şekilde, öncelik ve önem sırasına koymalıyız.
FATURAYI ÇOCUKLARA KESMEYELİM
Şüphesiz, hastalıkları yenmek ve ölümleri engellemek için; ciddi mücadeleler veriliyor. Kademeli olarak; bir yandan "önleyici tedbirler" alma, öte yandan "tedavi edici çözümler" bulma yoluna gidiliyor.
Ancak insanlar sigaradan ölmesin diye, tütün mamullerinin yasaklandığını; trafik kazaları olmasın diye, ulaşım yollarının kapatıldığını; sağlığımızı bozmasın diye zararlı maddeler ihtiva eden gıda, temizlik, kozmetik ürünlerinin imalatının ve satışının durdurulduğunu; yan tesirleri oluyor diye, ilaç kullanımına son verildiğini görmedik, duymadık. Ufak tefek özel uygulamalar dışında; genel "kısıtlamalar" yapıldığına şahit olmadık.
Şimdilerde; diğer zamanlarda olduğu gibi salgın döneminde de çocukları ve gençleri elimizin altında tutmaya, hayatın dışına itmeye çalışıyoruz. Bir başka ifadeyle; "risk oranı en düşük" olan gruba "en katı tedbir" paketini uygulamaya, "hareket ihtiyacı en yüksek" olan kesimi "en dar alan" içine hapsetmeye kalkışıyoruz.
Kısaca "temizlik, maske, mesafe" diye özetlenen kurallara; risk oranı daha yüksek olan yetişkinler ve yaşlılar yeteri kadar uymuyorlar. Caddelerde, sokaklarda, otobüslerde, dolmuşlarda, kahvelerde, lokantalarda, evlerde, iş yerlerinde, düğünlerde, cenazelerde; alınması gereken tedbirleri almıyor, durulması gereken yerde durmuyorlar.
Sonra, salgın sürecinin faturası çocuklara ve gençlere kesiliyor. Herkes, kontrollü ya da kontrolsüz olarak günlük hayatına devam ederken; onların "dört duvar arasında" mahfuz ya da mahpus kalmaları isteniyor.
İnancımız ve güvencimiz o ki; "okullar ve kurslar, diğer yaşam alanlarından daha güvenli" olabilir. Öğretmenler ve idareciler; annelerden ve babalardan daha fazla hassasiyet gösterip, etkin tedbirler alabilir.
Çünkü; genellikle, "emanet" olan şeyler, "bize ait" olan şeylerden daha fazla korunur. Başkalarının ihmallerinin hesabı sorulmasa bile; eğitim kadrolarından ve kurumlarından, zincirleme hesap sorulur.
Ertelediğimiz yahut elde etmekten vaz geçtiğimiz fayda, sakındığımız zarardan kat kat fazla olmasın. Çocuklarımız ve gençlerimiz; kendileri için hayli "küçük" olan bir risk yüzünden, oldukça "büyük" bir değer olan eğitim, öğretim hizmetlerinden geri kalmasın.