Bazı kişiler, kurumlar, olaylar, durumlar; "sembol" yahut "simge" olma özelliği taşırlar. Ülkelerin ve toplumların hafıza kayıtlarında; içinden geçtikleri sosyal ve siyasal süreçler, taşıdıkları tarihi ve kültürel değerler, çağrıştırdıkları yerel ve evrensel idealler ile birlikte yaşarlar.
Asırlar ve nesiller boyu Fatih Sultan Mehmet Han ile özdeşleşmiş, yeni bir çağın başlamasına vesile olan İstanbul'un fethinin alamet-i farikası haline gelmiş Ayasofya; işte böyle bir "mabed" idi. Bir şekilde "müze" haline getirildiği günden beri, yeniden ibadete açılarak asli kimliğine kavuşturulması; nice devlet ve millet adamının, en büyük ideallerinden biriydi.
Şimdilerde, bu hayal gerçek oluyor. Çoğunluğun "beklenen oldu" sevincinden doğan düğün-bayram coşkusu, azınlığın "yanlış zamanda yanlış adım" endişesinden kaynaklanan bedel ödeme kaygusu arasında; yeniden büyük buluşmaya hazırlanıyor.
Dünyanın hemen her köşesinde, lehte ve aleyhte tepkiler var. İslam Dünyası'nın halkları, aydınları, yöneticileri memnuniyetlerini dile getiriyor; Hıristiyan Alemi'nin temsilcileri, tepki mesajları yayınlıyorlar.
Görünen o ki; içeride ve dışarıda, daha çok tartışılacak. Büyük bir ihtimalle; çok çeşitli anlamları ve açılımları olacak.
Onun için; bu işi bir "diriliş" ve "direniş" süreci olarak görmeliyiz. Ayasofya'nın şahsında temsil ve tebliğ edilen değerler uğruna; uzun soluklu, zorlu ve çok yönlü bir "mücadele" seferberliği içine girmeliyiz.
İşte bu noktada; 15 Temmuz 2016 gecesi, hain darbe-işgal-iç savaş girişimine karşı verilen "sivil direniş" destanı tekrar gündeme geliyor. Dördüncü yıl dönümünü idrak ettiğimiz şu günlerde; 15 Temmuz'dan Ayasofya'ya bir "duygu ve düşünce köprüsü" kurulup, sürecin yeniden okunması gerekiyor.
Çünkü, o gece milli iradeye sahip çıkılıp, darbeciler derdest edilemese; Türkiye, bu günkü özgüvene sahip olamazdı. Mümkün ve muhtemel riskleri göze alınarak, Ayasofya'nın esaret zincirleri kırılamaz; itibarı iade edilerek, yeniden ibadete açılamazdı.
BAYRAK, EZAN, KOMUTAN KURGUSU
Geçtiğimiz günlerde, 15 Temmuz Derneği-Üsküdar Üniversitesi işbirliğiyle; "Şehit Ailelerinin Duygu Durumu" hakkında bilimsel bir araştırma yapıldı. İki kurumun yetkilileri tarafından organize edilen basın toplantısında; söz konusu araştırmanın sonuçları açıklandı.
Görünen o ki; bir yandan acılarını çekmeye ve yaslarını tutmaya devam ediyor, öte yandan "şehit ailesi" olmanın onurunu yaşıyorlar. Ayrıca, benzeri bir darbe girişimi olsa; tekrar sokağa çıkmaktan çekinmeyeceklerini ifade ediyorlar.
Toplantının soru-cevap bölümünde; Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof Dr. Nevzat Tarhan Hocamız, önemli bir anekdot anlattı. Geçmişte yaşanmış bir örnek üzerinden; aziz milletimizi harekete geçirecek "sosyal ve psikolojik dinamikler"in neler olduğunu hatırlattı.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı'ndan sonraki günlerde; hekim olarak, savaş bölgesinde görevdeymiş. Daha sonra Kara Kuvvetleri Komutanı olan Kemal Yamak Paşa; o günlerde, cephedeki subaylardan biriymiş.
Savaş ateşinin yeniden alevlenmesi ihtimaline karşı, elleri tetikte bekliyorlar. Muhtelif senaryolar üzerinden akıl yürütüp, güçlerini ve imkanlarını değerlendiriyorlar.
İşte tam bu noktada, Kemal Yamak Paşa; daha sonra hatıratı içinde de yer alan bir şey söylemiş. Mealen; "Bizim askerimiz ya da milletimiz bayrağının dalgalandığını, ezanının okunduğunu, komutanın da başında olduğunu görürse ölesiye savaşır" demiş.
15 Temmuz gecesi sokağa inenlerin, ellerinde ay yıldızlı bayraklar vardı. Müezzinler, minarelerden içli bir sela okuyorlardı.
O günün ve gecenin Başkomutan'ı Recep Tayyip Erdoğan; milletiyle birlikte meydanlara indi. Hain darbe girişimcilerine meydan okuyup; "Milletin gücünün ve iradesinin üstünde başka bir güç ve irade tanımıyorum" dedi.
Hem fethin, hem milletin, hem de ümmetin sembol değerlerinden biri olan Ayasofya'yı yeniden ibadete açan; işte bu güç ve iradedir. "Bayrak, ezan, komutan" kurgusu devam ettikçe; hayatın bütün alanlarında ve konularında, yeni fetihler de devam edecektir.
KİM NE DER, NE YAPAR KAYGUSU
Geriye; kimilerinin iyi niyet, kimilerinin gaflet, kimilerinin ise ihanet ile ifade ettikleri "Kim ne der, ne yapar?" meselesi kalıyor. Bir adım ileri atmak, bir basamak yukarı çıkmak istediğimiz her hal ve durumda; bu korku şablonu gündeme geliyor yahut getiriliyor.
Böyle gidersek, "Avrupa Birliği" hikayesi hayal olurmuş. Bunları yaparsak, Hıristiyan Alemi bize tavır alırmış.
Onlar da bizim sınırlarımız dışında kalan camilerimizi kapatır yahut kiliseye dönüştürürlermiş. "Finansal darbeler" yapar, siyasi ya da ekonomik "ambargolar" uygular; halimize ve hayatımıza zarar verirlermiş.
Bütün bunları, yıllardır zaten yaptılar ve yapıyorlar. Dostluk ve müttefiklik anlaşmaları, sözleşmeleri bir işe yaramıyor; beş kuruşluk menfaat için, ayak üstü sattılar ve satıyorlar.
Ortalama on yılda bir başımıza vurulan "darbe"leri, hep onlar organize ettiler. Gönül coğrafyamızda yakmadıkları, yıkmadıkları yer bırakmadılar; adına "barış" yahut "demokrasi" dediler.
Unutmayalım ki; "esir" ya da "köle" statüsünü kabul etmedikçe, bizden razı olmayacaklar. Milli ve manevi değerlerimize sahip çıkıp, "özgür" ve "özgün" kalma mücadelesi verdikçe; çelme takmaktan, kement atmaktan, yollarımıza tezgahlar ve tuzaklar kurmaktan geri durmayacaklar.
O zaman ne yapalım; "beyaz bayrak" çekip teslim mi olalım? Hem suyu bulandırıp, hem de "niçin bulandırdınız" diyerek kuzuları boğazlamaya kalkışan kurtların önünde; el pençe divan mı duralım?
Yapılması gereken şey; korkaklık derecesine düşmeyen "tedbir", ahmaklık derecesine düşmeyen "cesaret", tembellik derecesine düşmeyen "gayret", sorumsuzluk derecesine düşmeyen "fedakarlık" içinde olmak. Tarih boyunca, nice zorlu sınavlardan geçen aziz milletimize; kavli ve fiili dualara karşılık verip, gaybi yardımlarda bulunan Allah'a güvenmek ve dayanmak.