Kişilerin, kurumların, ülkelerin, toplumların kendilerine has idealleri ve gerçekleri var. Tarifler ve tanımlar olması istenen yahut gereken üstün, ileri, aşkın durumlara "ideal"; olan yahut içinde bulunulan mevcut şartlara, özelliklere de "gerçek" diyorlar.
İnsanlık tarihi ve tecrübesi gösteriyor ki; idealler ile gerçekler arasında her zaman bir "mesafe" bulunuyor. Açı yahut aralık büyüdükçe gerilim artıyor; küçüldükçe mutlu olunuyor.
Genellikle, pergelin sabit ucunu ideallerimizin odak noktasında tutup; hareketli ucuyla gerçekler yahut gerçeklikler arasında dolaşarak yol arıyoruz. Sabit değerlerimizi kaybettiğimiz, selin sürüklediği kütük yahut rüzgarın savurduğu yaprak gibi kayıp gittiğimiz zamanlar; bunalıma giriyor ve boşluğa düşüp yuvarlanıyoruz.
Yeniden toparlanabilmek için; elimizden tutacak bir "el"; önümüze çıkacak bir "yol" gerekiyor. Aksi taktirde; asırlar ve nesiller heder olup gidiyor.
Bu günlerde, ideallerimizle gerçeklerimiz arasında gidişler-gelişler yaşamamıza yol açan olaylarla, durumlarla muhatap olduk. Zihnimizde ve gönlümüzde oluşan, ortaya çıkan çağrışımları; dostlarımızla ve yakınlarımızla paylaşma gereği duyduk.
DUMANI ÜSTÜNDE ÖRNEKLER
Geçenlerde, ev işlerimizde istihdam ettiğimiz hanımefendi yanımıza gelip; "Hocam size bir şey sorabilir miyim?" dedi. Arkasından derdini, davasını kısaca özetleyerek; "İkizlerini İmam Hatib'e vermek istediğini, fakat din düşmanlarının iktidar olup onları engelli hale getirmelerinden endişe ettiğini" söyledi.
Kendisi tipik bir Anadolu kadınıydı ve doğal olarak dindardı. Çocuklarını inançlı, ahlaklı evlatlar olarak yetiştirmek istiyordu ama hafıza kayıtlarında haline yapılan müdahalelerin, hayatına vurulan darbelerin tıravmatik izleri vardı.
Bizim ailenin hanım sultanıyla birlikte; oğullarımızı ve kızlarımızı da işin içine katarak, yeni bir "eğitim-danışmanlık şirketi" kurmak istiyoruz. İkazsız ve itirazsız bir ittifakla; "Her işimizi ilgili mevzuata uygun yapalım, herkese karşı anlımız ak-başımız dik olsun" diyoruz.
Gel gör ki; kazın ayağı hiç de öyle değilmiş. Mali Müşavirlerin ve Muhasebecilerin beyanlarına göre; her işimizi "resmiyete uygun" yapıp idealist davranırsak, kazandığımız yahut hizmet bedeli olarak aldığımız her yüz kuruşun ellibeşi elimizden çıkar, kalanı da sabit giderleri karşılamaya yetmeyeceği için şirket iflas edermiş.
İdeallerimiz; "Kimse vergi kaçırmasa, devletin toplam tahsilatı artar ve gider kalemlerini azaltma zemini oluşur" diyor. Gerçekler yahut geçerlilikler ise; bizi "iki yüzlü" olup, biri resmi biri özel iki ayrı hesap tutmaya icbar ediyor.
Başımızda, "İstanbul Sözleşmesi" diye bir bela vardı. "Şiddeti önleme" gerekçesiyle ahlaki azgınlıkları ve cinsel sapkınlıkları meşrulaştırarak aile kurumunu yıkmak, toplumu ifsat edip çıkmaza sokmak isteyenler; bu uluslararası sözleşmeyi, "hukuki dayanak" olarak kullanıyorlardı.
Daha önce yanıltıldıklarını, yakın çevrelerinden gelen yanlış beyanlarla aldatıldıklarını düşündüğümüz yetkili kadrolar ve kurumlar; toplumun çeşitli kesimlerinden gelen tepkiler üzerine, meselenin farkına vardılar. Nihayet, Türkiye'nin söz konusu sözleşmeden çekileceğini ve bunun için hazırlık çalışmalarının başlatıldığını açıkladılar.
Bunun üzerine; dün aşkla ve şevkle savunanlar, bugün tavırlarını "tevil" etme yoluna girdiler. Şiddetle karşı çıkanların bazıları ise; geç de olsa gündeme gelen olumlu tavrı desteklemek yerine, farklı şekillerde "kılçık" atarak samimiyetsizlik örneği verdiler.
İdeallerimiz; ilahi iradenin yansıması olan ve her türlü kötülüğü engelleme potansiyeli bulunan dinimizin, dünya görüşümüzün iyi temsil ve tebliğ edilerek, insanlığa "kurtuluş reçetesi" olarak sunulmasını istiyor. Gerçeklerimiz; kendilerini İslam'a nisbet eden kişilerin ve kurumların bile, batıl inançların ve ideolojilerin anaforuna kapılıp sürüklenerek, düşmanın değirmenine su taşıdıklarını gösteriyor.
BİZE DÜŞEN YÜKÜMLÜLÜKLER
Şurası bir gerçek ki; kültür ve medeniyet mücadelesi bağlamında, savaşmamız gereken çok "cephe" var. Ayrıca, maalesef; arandığında, sorulduğunda, ihtiyaç duyulduğunda yahut görev verildiğinde yeteri kadar ve ganimet beklemeden nöbet tutacak "asker" de "komutan" da bulunamıyorlar.
Şüphesiz, bu cinsten olaylar ve durumlar karşısında; hiç birimiz, sadece "pasif izleyici" durumunda olmamalıyız. Sanki bizim hiçbir sorumluluğumuz yokmuş gibi, oturduğumuz yerde başkaları için "ahkam" kesip durmamalıyız.
Her birimizin, "farkına varma" ile "güç ve imkan sahibi olma" oranımıza denk sorumluluklarımız var. İdeallerimiz; uğrunda verdiğimiz mücadeleler, yolunda feda ettiğimiz gayretler ve fedakarlıklar nisbetinde gerçek oluyorlar.
Hatta bazıları; asırdan asıra, nesilden nesile miras kalıyor. Hiçbir zaman gerçekleşmese bile; güçlü bir dinamizmin dayanağı oluyor.
Öncelik ve önem sırasına koyup, her birinin peşine düşmeliyiz. "Ömür biter, yol bitmez" deyip; ecel bizi buluncaya kadar koşmalıyız.
Şimdilerde; genelde İslam Ümmeti'nin, özelde Türk Milleti'nin ideallerinden birinin daha gerçek olduğunu görüyoruz. Bir yandan, "İstanbul'un fethinin sembolü olan Ayasofya'yı yeniden ibadete açma" kararının mutluluğunu yaşarken; öte yandan, bir başka idealimiz olan "Mescid-i Aksa'yı esaretten kurtarıp asli kimliğine kavuşturma" sorumluluğunu henüz yerine getirememiş olmanın derin acısını hissediyoruz.
Çünkü biliyoruz ki; İstanbul Kudüs'ün, Mekke'nin, Medine'nin öz kardeşidir. Birisi için verilen diriliş, direniş, var oluş mücadelesinin; diğerleri için de verilmesi gerekir.