İstanbul Sözleşmesi ile ilgili tartışmalar, bayram günlerinin bile sabit gündemlerinden biri oldu. Karşı çıkan ya da savunan sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik çevreler arasında; bir "çatışma alanı" haline geldi.
İşin garip ve anlaşılması zor yanı; başka konularda "aynı safta duranlar", bu konuda bölündüler yahut ayrıldılar. Karşılıklı iddialar, ithamlar öyle ileri noktalara vardı ki; en sonunda, birbirleriyle "mahkemelik" oldular.
Gazeteciler, yazarlar, aydınlar, yöneticiler, sanatçılar, sporcular, partiler, vakıflar, dernekler, sendikalar, hatta holdingler; peş peşe görüş bildiriyor, açıklama yapıyor. Bir taraf, bu sözleşmenin açtığı sosyal yaralara ve getirdiği korkunç belalara dikkat çekerek çıkılması gerektiğinden söz ederken; öteki taraf, yetkili kadroları ve kurumları, atılan imzaya "sadık" olmaya ve söz konusu sözleşmenin içinde kalmaya çağırıyor.
Bu arada, konunun uluslararası camiada da tartışılmaya devam ettiğini görüyoruz. Dünya devletlerinin büyük bir çoğunluğunun, usul ve muhteva açısından sakıncalı bulup kabul etmediklerini; imza atan 46 ülkeden bir kısmının, metindeki riskli beyanları bertaraf etmek için şerh düştüklerini; bazılarının, dâhil oldukları halde ayak sürüyüp uygulamaya geçmediklerini; kimilerinin ise, zararını yahut tehlikesini gördükten sonra geri çekilme süreci içine girdiklerini biliyoruz.
Şimdilerde, doğru duruşu tespit edebilmek için; kendimize, bir temel soru sormalıyız. İnsana, hayvana, bitkiye, havaya, suya, toprağa "zarar" vermeyi "günah" kabul edip yasaklayan ve iyiliği, yardımı, şefkati, merhameti, herkes ve her şey için "fayda" sağlayacak şekilde davranmayı "sevap" tanımı içine alıp en büyük faziletlerden sayan bir dinin mensupları olarak; "şiddeti önleme" konusunda, hangi söze ve sözleşmeye sımsıkı sarılmalı ve sadık olmalıyız?
ESKİ VE YENİ DÜNYA
Eski dünyanın "cahiliye" toplumlarında; kadın yahut kız, "eşit" ve "değerli" değildi. Babadan oğula "miras" kalır, "mal" yahut meta gibi alınıp satılır; istenirse, diri diri toprağa bile gömülebilirdi.
Tevhit dinlerinin tamamında olduğu gibi, İslam dini de kadına "izzet" ve "itibar" kazandırdı. Allah için "kul", Peygamber için "ümmet", erkek için "eş" yahut "yar", çocuk için "anne", baba için "kız", ağabey için "kız kardeş" oldu; artık onun da hakkı ve hukuku vardı.
Kendisini ilgilendiren her alanda ve konuda; rızası alınıyor, istek ve iradesine başvuruluyordu. Hayat ufkunda uçan insanlık kuşunun; birlikte ve uyum içinde çalışan iki kanadından biri oluyordu.
Yeni dünyanın "modern" toplumlarında; eş zamanlı olarak, iki kayıp birden yaşandı. Bir yandan, kadın fıtri kimliğinin ve kişiliğinin dışına çıkarılarak başka bir şeye dönüştürüldü; öte yandan, ona değer kazandıran dini ve kültürel değerler, mensuplarının doğru temsil ve tebliğ edemeyişleri yüzünden aşındı.
Şimdi, hanımefendilerin ve beyefendilerin önemli bir kısmı; "ifrat" ile "tefrit" arasında savruluyor. Kadın ve erkek kimliği ile birlikte; toplum ağacının hem tohumu, hem toprağı olan "aile" kurumu da yıkılıyor, yok oluyor.
KURTARICI KARE
Bu durumda; kadın ve erkek, ülke ve toplum için "kurtarıcı kare" nedir? Hangi yerel, ulusal, uluslararası sözleşme; bize "huzur ve güven" iklimini getirir?
İstanbul Sözleşmesi denilen şey; dünyanın bütün değerlerini bozuk para gibi harcayıp bitirme konusunda "sabıkalı" olduğunu bildiğimiz "vahşi batı" tarafından, yakın geçmişte icat edilen "şaibeli" bir hikâye. Kadını, erkeği, çocuğu, genci, yetişkini, yaşlıyı şiddetin her türlüsünden koruyup güvence altına alacak kalıcı değerlerimizi yeniden "ihya" ve "inşa" etmek yerine; yolumuza kurulmuş bir "tezgâh" ve "tuzak" olma ihtimali büyük bu bataklıkta boğuşmak niye?
Bu ülkenin kadınlarının ve erkeklerinin büyük çoğunluğu; evlenirken, medeni hukuka ilaveten, "Allah'ın emri, Peygamber'in sünneti" üzerine sözleşip nikâhlanmıyor mu? Biz, bu sözleşmeye sadık olup, gerçekten "Müslümanca" yaşıyoruz da ailede ve toplumda şiddet önlenemiyor, huzur ve güven sağlanamıyor mu?
Yıllar önce, Pakistan'ın milli şairi Muhammed İkbal; "Kaçın Müslümanlardan, sığının İslam'a" demişti. Böylece; "din" ile "dindar" arasındaki farka yahut çelişkiye dikkat çekmişti.
Üzülerek ifade edelim ki; bugün de benzeri bir hal ve gidiş içinde bulunuyoruz. Allah'ın kulu, Peygamberin ümmeti olduğumuzu ve insanlık için yegâne "tevhit, vahdet, kurtuluş çağırısı" olan bir değerler hazinesinin üstünde durduğumuzu unutup; Kur'an ve Sünnet sistematiğinin oluşturduğu "ilahi nizam" yerine, dünyaya zulümden ve haksızlıktan başka bir şey getirmemiş "beşeri düzen" savunucularının uydurduğu sözleşmelere sığınıyoruz.
Niyetlerimizde ve gayretlerimizde samimi isek; geliniz, "kadim değerler ve doğrular" zemininde buluşalım. Takıldığımız yerden sıyrılıp çıkarak ve İstanbul Sözleşmesi'ni geldiği yere geri gönderip mucitlerine bırakarak; şiddetin her türlüsünü önleyecek hukuki ve idari düzenlemeler konusunda, "kadın" ve "erkek" Müslümanlar olarak, sonuna kadar, birlikte çalışalım.
Sahih iman, salih amel, sağlam duruş; dünya ve ahiret hayatımız için bitimsiz bir "azık" olur. Olmaz ise; kadına da, erkeğe de, ülkeye de, topluma da, dünyaya da, insanlık âlemine de fevkalade "yazık" olur.