Âlemin ve içindekilerin "yaratılış" sistematiğinde; bir "sebep-sonuç ilişkisi" gerçeği var. Bazı sebepler, belirli safha ve süreçlerden geçtikten sonra bazı sonuçları doğuruyor; sebepler değiştirilmeden, sonuçlar değiştirilemiyorlar.
Hayatın ana unsuru olan insan ise; daha çok sonuca odaklanıyor. Kaynağında ve kanalında meydana gelen sorunlara bakmadan; kuru çeşmenin etrafında, içimlik su için dolanıyor.
Geçtiğimiz günlerde, İzmir ve civarında; bir "deprem" âfeti ve acısı yaşandı. Devletiyle, milletiyle tüm Türkiye; "arama, kurtarma" sorumluluğunu kuşandı.
Bir yandan mallarımızı, canlarımızı kaybedip üzüldük; öte yandan, "mucizevi" kurtuluşlara şahit olup sevindik. Her felaketten sonra olduğu gibi; bu sefer de yeni bir "durum değerlendirmesi" sürecine girdik.
Ülke ve bölge bazında, varlığı bilinen "fay hatları"nın; ne zaman ve nasıl kırılabileceği, nereye ve ne kadar zarar verebileceği ihtimalleri konuşulup tartışılıyor. Ufak tefek değinmeler dışında, gene aynı hataya düşülüp; sebeplerden çok, sonuçlarla uğraşılıyor.
Oysa bizim, hemen her konuda; önce "büyük resim"i görmemiz gerekir. Başımıza gelen kişisel, kurumsal, toplumsal ve hatta evrensel belaların; zincirleme etkiler oluşturan temel sebeplerini bilmemiz gerekir.
"TETİKLER Mİ?" ENDİŞESİ
Türkiye, tüm kadro ve kurumlarıyla; "iyi günde-kötü günde beraber olma" konusunda, yeni bir sınavı daha başardı. O kadar ki; enkaz altında kalanların yakınları, tez zamanda bölgeye intikal eden arama-kurtarma ve sağlık ekipleri, anında seferber olan devlet erkanı, ekran başında haberlere kilitlenen milyonlar, birlikte ağlayıp birlikte gülüyorlardı.
Bu arada; yaşadıklarımızdan gereken dersi almadığımız, bildiklerimizle amel edip yeteri kadar tedbirli olmadığımız konusu da ister istemez gündeme geldi. Kimi yerli, kimi yersiz fıkralar, anekdotlar, diyaloglar üretildi.
Sosyal medya paylaşımlarından biri; bu sonuçları doğuran sebeplere dikkat çekiyordu. Yaşadığımız sosyal, kültürel, siyasi, ahlaki "kırılma"ların; jeolojik fay hatlarından daha büyük tehlikeler oluşturduğunu belirtiyordu.
Hakikate uygun bir hikâyeleştirmeyle, vatandaş, deprem uzmanına; "Hocam İzmir'den geçen fay hattı Elazığ'a, İstanbul'dan geçen fay hattı Kars'a kadar gider mi? Bingöl'de meydana gelen deprem, Marmara fay hattını tetikler mi?" diye soruyor. O da, halimizin hikâyesini özetleyen cümlelerle; "Tetikler kardeşim tetikler. Rüşvetle imar ve ruhsat alırsak, zemin etüdü yaptırmadan bina kurarsak, demirden ve çimentodan çalarsak, ucuza getirmek için kaçak işçi çalıştırırsak, biraz daha yerim olsun diye planın ve projenin dışına çıkarsak, duvarları yıkıp direkleri keserek alan açarsak, muhkem dağ diplerini bırakıp en verimli ovalara sele serpe fabrikalar yaparsak, bütün bunlara göz yumup seğirci kalırsak; her deprem, her yeri ve herkesi hem sallar, hem de yıkar" diye cevap veriyor.
Demek ki; rüzgar eken fırtına biçer, az tamah çok zarar getirir. Dünyanın dengesi ve düzeni bozulursa; edenin ayağına, doğrayanın kaşığına gelir.
MUHAMMED'İN MUCİZESİ
Bizim insan ve toplum hayatımız açısından, bozulmayı ve çözülmeyi önleyen ana unsurun "iman" ve "ahlak" olduğu; bu değerlerin, amelde ve uygulamada, hakka ve hukuka riayet anlamında "adalet"e dönüştüğü; adaletin de doğal olarak, "güven" yahut "emniyet"duygusu oluşturduğu eskiden beri biliniyordu. Din, devlet, vatan, millet, kültür, medeniyet geçmişimizde; bu anlayışın ve işleyişin en güzel örnekleri, çokça görülüyordu.
Zamanla erozyona uğradık, dejenere olduk; imanımız ve ahlakımız kirlendi. Vicdanımız çalındı, itimadımız zehirlendi.
Yakında kaybettiğimiz değerleri, uzakta arar olduk. Kendimize yabancılaştık; hanemizin halini, komşulardan sorar olduk.
Dostlarla deprem değerlendirmesi yapıp, hayıflanırken; çok önemli bir gerçeği hatırladık. İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav)'in, risalet görevinden önceki en önemli özelliğinin "emin" sıfatı olduğunu; bir kere daha anladık ve kavradık.
Tebliğ ettiği dine karşı olanlar ve bu yüzden O'na düşmanlık yapanlar bile; ahlakına ve adaletine güveniyorlardı. İhtilaflı meseleleri çözüme kavuşturmak için, güvenilir "hakem"; kıymetli şeyleri emanet etmek için, "yed-i emin" olarak görüyorlardı.
Dünyanın ve insanlık âleminin, yeni bir "güven iklimi"ne ihtiyacı var. Geceleri aydınlatacak ay ve gündüzleri nura gark edecek güneş; ancak ve ancak, Muhammed Ümmeti'nin ufkundan doğar.
Bu kalenin burcunda; Türkiye'nin bayrağı dalgalanıyor. Bizde gün ağardıkça; gönül coğrafyamızın mazlum ve mağdur milletleri de uyanıyor.
Geliniz, deprem sonrası enkaz altında kalanları aramak ve kurtarmak için ilan ettiğimiz seferberliği; kaybettiğimiz kadim değerleri geri kazanmak için de ilan edelim. Kendi nefsimizden ve neslimizden başlayıp, devletin ve milletin tüm kadrolarına ve kurumlarına doğru yayarak; "dünyanın en huzurlu ve güvenli ülkesi ve toplumu" olma hedefine kilitlenelim.
Altmış beşinci, doksan birinci saatte sağ çıkan bebeklerin mucizevi kurtuluşları ile yetinmeyelim; daha büyük ideallerimiz olsun. Öyle bir enerji, sinerji oluşturalım ki; cümle âlem kurtulsun.