Eskiden, ağaçların kalem-denizlerin mürekkep olduğu günlerde; gurbetten, asker ocağından, yar yahut yavuklu bucağından "mektup" gelmesi beklenirdi. Evlerde, köylerde, tarlalarda, çayırlarda; "Mektup yazdım karadan, / Dağlar kalksın aradan, / Bizi de kavuştura, / Yeri göğü yaradan" diye maniler söylenirdi.
Mektuplar, sadece okunmaz; aynı zamanda derin nefes alınarak koklanırdı. Kutsal emanetler gibi sandıklarda saklanırdı.
Zaman zaman çıkarılıp yeniden okunurdu. Mesajı, muhtevası; kulaklara değil, yüreklere dokunurdu.
Biliyoruz günümüz dünyasında, bu gelenek çok gerilerde kaldı. Mektupların yerini; kâğıt ve mürekkep kokusu olmayan sosyal medya mesajları aldı.
Ancak bazı şeyler hiç eskimez, "kadim" tanımı içine girer. Onların belge, bilgi, hatıra değeri kıyamete kadar sürer.
Mesela çok sevdiğimiz, saydığımız kişilerden yahut yüksek, yüce makamlardan gelen mektupları ömrümüzün sonuna kadar saklarız. Başlarına bir hal gelmesin diye ara sıra sandıklardan, sepetlerden çıkarıp bakarız.
Taşıdıkları mesajlar, muhtevalar; zihnimizin ve gönlümüzün en nadide köşesine yerleşip, "kalıcı değer" haline gelir. Orada kök salar, dal uzatır; çeşit çeşit meyveler verir.
Evimizde, elimizde, rafımızda, dolabımızda, kürsümüzde, kütüphanemizde; âlemlerin ve içindekilerin rabbi olan Allah'tan, en emin aracı ile bize gönderilen bir "mektup" var. Sayfalarına, satırlarına serpiştirilmiş ayetler; geçmişten geleceğe, dünyadan ahirete uzanan dosdoğru yolun ve yolculuğun şifrelerini, kodlarını ihtiva ediyorlar.
Bu sıra dışı, sema işi mektubun ilk cümlesi; "oku" diye başlıyor. Kastedilen şeyin "seslendirmek" değil, "anlamak, anlamlandırmak" olduğu anlaşılıyor.
Fakat biz daha çok lafzını ezberleyip, aşkla ve şevkle seslendiriyoruz. Manasına, maksadına sahip çıkıp hayatımıza aktarma konusunda ise kavanozun dışını yalamakla yetiniyoruz.
Oysa, çok iyi biliyoruz ki "bal" demekle ağız tatlanmaz. Reçeteyi okur ama ilacı alıp kullanmazsak; hiçbir hastalık tedavi olmaz, hiçbir hasta şifa bulmaz.
Kur'an-ı Kerim'in hafızı olan, mealini verip tefsirini yapacak kadar Arapça ve İslami ilimleri bilen Mehmet Akif Ersoy; yıllar önce bu durumun farkına varmış ve farkındalık oluşturmak için feveran etmiş. Pek çok şiirinde; veciz bir dille ve üslupla, olurunu-olmazını belirtmiş.
Genç yaşta yazdığı, "Kur'an'a Hitap" adlı şiirinde; yanlış anlayışları ve alışkanlıkları vurgulamış. Bu ilahi mesajın ve muhtevanın "fal bakmak, nutuk atmak, mezarlıklarda okumak, kadife çantalara koyup duvarlara asmak, işlemeli bohçalara sarıp sandıklarda saklamak, süsleme sanatlarının özel ve özgün aracısı yapmak için gönderilmediğini" saymış, sıralamış.
Bir beytinde, durumu kısaca özetleyerek; "Ya açar bakarız, Nazm-ı Celil'in yaprağına; / Ya üfler geçeriz, bir ölünün toprağına" diyor. Bir başka beytinde ise "Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı, / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı" dizeleriyle, olması gerekenin yolunu-yöntemini gösteriyor.
Kendimiz, ailemiz, ülkemiz, toplumumuz, dünyamız ve insanlık âlemi için "din-diyanet hizmeti" olsun diye "hafız" yetiştirmek, "hatim" indirmek, "mukabele" meclisleri düzenlemek; elbette iyi, güzel, doğru şeylerdir. Ancak, en az bu kadar ve hatta bundan daha fazla; "muhafız yetiştirmek", manasına ve maksadına vakıf olup "hayata geçirmek" için gayret gösterilmeli, seferberlik ilan edilmelidir.
Bir başka ifadeyle; bize gönderilen bu mukaddes mektubu, onu getiren elçinin okuduğu gibi okumalı ve anladığı gibi anlamalıyız. Peygamber(sav)'in ve ashabının yaptığı gibi; ayet ayet-sure sure idrak edip, hayata uygulamalıyız.
Cevizin yeşil kabuğunu soyup, tahta kabuğunu kırarak içini elde edemezsek; sözden manaya, manadan maksada ulaşamaz ve menzili bulamayız. İlimde, imanda, amelde, tavırda tevhidi yakalayamazsak; "Allah'ın kulu, Peygamber'in ümmeti" sıfatını alıp, hakiki müminler olamayız.
Elimiz eriyor, gözümüz görüyorken en yüce makamdan, en güvenilir elçi ile bize gönderilen mektubu tekrar tekrar okuyup anlayalım. Öyle idrak edip, içselleştirelim ki; her birimiz, "yaşayan Kur'an" olalım.
İşte o zaman; göklerden "rahmet" yağar, yerlerden "bereket" fışkırır. Yurdumuz ve yuvamız, bölgemiz ve dünyamız, "huzur ve güven diyarı" olur; cümle kötülerin ve kötülüklerin önü kesilir, beli kırılır.
Birinci adım, "anlayarak okumak"; ikinci adım, "anlamına ve amacına uygun yaşamak". Kurak toprakları sulayıp yeşerten yağmurlar, dereler, ırmaklar gibi; gittiğimiz her yere, "hayat ve hidayet" iksiri taşımak.
Zekeriya Erdim