Çocukluk yıllarımızda, büyüklerimiz bize "Baban Müslüman oldu mu?" diye sorarlardı; hiç tereddütsüz, "Elhamdülillah" derdik. Arkasından, "Ne zamandan beri?" diye devam ederlerdi; "Kâlû Belâ'dan beri" cevabını verirdik.
İleri yaşlarımızda; bunun ne anlama geldiğinin, hangi kadim bilginin ve bilincin yansıması olduğunun farkına vardık. Yazılı ve sözlü kaynaklardan; "elest bezmi" yani "ruhlar meclisi" inancını, itikadını öğrenmiş olduk.
Orada, Allah(CC); "Elesti bi Rabbiküm" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) diye sormuştu. Bütün ruhlar, hep bir ağızdan; "Evet" cevabını vermişti.
Aslında bu; "Allah" ile "kul" arasındaki ilişkinin ahdiydi, sözüydü, vaadiydi, mutabakatıydı. Âlemlerin ve içindekilerin huzuru, güveni için gereken hayat denkleminin şifresi, anahtarı, teminatıydı.
Varlık âlemi; ilâhî iradenin ilkelerine, prensiplerine göre tanzim edilmişti. Yeryüzünde, bu düzene göre yaşamaya ve yaşatmaya söz verilmişti.
Sözümüze sadık kalırsak; "vefa" göstermiş olacaktık. Yaratılış dengesini, düzenini korursak; cümle mahlûkat için, sonsuz "sefa" bulacaktık.
Çünkü; Hâlık'a vefası olanın, mahlûka sefası olurdu. Yerlerde ve göklerde denge kurulur, gönüller şâd olup sükûn bulur; akıllar, ruhlar, bedenler cümle kötülerden ve kötülüklerden korunurdu.
Ancak; insanların çoğu, bu ahdi unuttular yahut bozdular. Yaratandan ötürü yaratılanı sevdiren, Hâlık'ın hatırı için mahlûka sefa verdiren değerler düzeninin; ağlarını yırttılar, bağlarını çözdüler.
Hile, hurda, yalan, dolan, alavere, dalavere marifet haline geldi. Her şeyin sahtesi çıktı; çoğu kimse birbirini kandırır, dolandırır oldu.
İşlerin ve ilişkilerin, "güven iklimi" kayıplara karıştı. Hayat zincirinin halkaları koptu; kişiler ve kurumlar, ülkeler ve toplumlar sağa sola savrulup serseri mayın gibi dolaşmaya alıştı.
Sığınacak liman, dayanacak iman bulamıyorlar. Yurtlarında ve yuvalarında, huzur ve sükûn içinde olamıyorlar.
İmanı olmayanın, vicdanı da olmuyor. Sınırlar yıkılmaz duvarlarla, yenilmez ordularla korunsa bile; sinelerde polis, bekçi, kolluk kuvveti kalmıyor.
Ekinlerin de nesillerin de genetiği değiştirilip, her şey ifsat ediliyor. İnsanın, hayvanın, bitkinin, havanın, suyun, toprağın kimyası bozulup; topyekûn felakete doğru gidiliyor.
Üstelik, kayıplar sadece dünya hayatı ile sınırlı olmayıp; ahiret yurdunu da derinden etkileyecek. "Kıyamet günü, ahdini bozup sözünden dönen her vefasız için vefasızlığına uygun bir bayrak dikilecek; böylece, vefasızlığı cümle âleme ilan edilecek".
Bu, dümeni kırılmış sarhoş gemiyi; azgın dalgalara yenik düşüp girdaplarda boğulmadan yahut yalçın kayalıklara çarparak paramparça olmadan önce durdurmalıyız. Tamirini, bakımını yapıp yeniden rotamıza girerek; fırtınadan kurtulmalı, sahil-i selamete giden yolu bulmalıyız.
İlahi iradenin çizdiği çerçevenin içinde kalmalı; O'nun güvenli limanına sığınmalı, muhkem iskelesine dayanmalıyız. Dilimizle, halimizle, kalbimizle, kalıbımızla; "sıbgatullah" (Allah'ın boyası) ile boyanmalıyız.
İşte o zaman; evler yuvaya dönüşüp, cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Üç neslin yekûnundan oluşan aile bireyleri, birlikte sefa bulur.
Anneler ve babalar çocuklarına, öğretmenler ve idareciler öğrencilerine, amirler ve ara yöneticiler memurlarına, patronlar ve işveren temsilcileri işçilerine, aydınlar ve sanatçılar takipçilerine, sivil toplum kuruluşları üyelerine, siyaset adamları ve bürokratlar makamlarına, hayat denkleminin içinde bulunan herkes sahip oldukları her şeye "Allah'ın emaneti" gözüyle bakarlar. İyileri ve iyilikleri çoğaltır, kötüleri ve kötülükleri azaltır; yaşadıkları her yere, ulaştıkları herkese ve her şeye değer katarlar.
Bizim kültür ve medeniyet geleneğimizde; sözünde durmayana "dönek" derler. Bu, kalıcı bir anlayış ve alışkanlık haline gelirse; onu "istenmeyen" yahut "sakınılması gereken" kişi ilan ederler.
Şüphesiz, Allah'ın şefkati ve merhameti kullarınkinden daha ileridir. Ancak, O'na yapılan vefasızlık da bir cezayı yahut mahrumiyeti gerektirir.
Kendimizin ve sevdiklerimizin iyiliği, dünyamızın ve ahiretimizin ihyası için; sözümüzü, ahdimizi, anlaşmamızı tazeleyelim. Düştüğümüz yerden kalkıp, dosdoğru bir duruş içine girerek; Hâlık'a vefa duyalım, mahlûka sefa verelim.
Bu bilgiyle ve bilinçle donananlar; seslerini değil, sözlerini yükseltirler ve yüceltirler. Çünkü, onlar; zambakları yeşertenin, gök gürültüleri değil, yağmur taneleri olduğunu bilirler.
Zekeriya Erdim