Bir zanaatınız veya sanatınız olsun
İnsanlar, hayatta kalabilmek yahut dünyada var olabilmek için; tutunacak dal, yürüyecek yol ararlar. Bildiklerini, bulduklarını hem kendileri yaşar hem de başkalarına ulaştırmak amacıyla dışa vururlar.
Maddi ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan ve bilgi, beceri, ustalık gerektiren işlere "zanaat" denir. Genellikle yamak, çırak, kalfa, usta, baş usta silsilesi ve sistematiği ile elde edilir.
Manevi duyguları, düşünceleri, değerleri yansıtmak için kullanılan yollar ve yöntemler; "sanat" tanımının içine girer. Gördükleri, duydukları, hissettikleri, hayalini kurdukları durumları; teknik, estetik, içerik bütünlüğünü gözeterek ifade ederler.
Zamanı gelip fani âlemden baki âleme göç ettiklerinde, geride sözleri ve izleri kalır. Ellerinin, dillerinin, emeklerinin, yüreklerinin ürünü olan bu şeyler; "eser" adını alır.
Eskilerin tabiriyle: "Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır hüneri." Keşif ya da icat yoluyla ürettikleri zanaat ve sanat eserlerinin her biri.
Bu anlayış ve işleyiş; her zaman, her yerde, herkes için gereklidir. İnsanlar, en az bir alanda "zanaatkar" veya "sanatkar" sıfatına sahip olabilmelidir.
Zaten fıtri altyapıları buna uygun yaratılmıştır. Varoluş amaçlarını gerçekleştirmelerini sağlayacak özelliklerle donatılmıştır.
Hayatın ihtiyaçları da böyle olmasını gerektirir. Her iş, kabiliyet ve kapasite açısından ona yatkın olan kimseler tarafından icra edilir.
Böylece birbirlerini desteklemiş, tamamlamış olurlar. Farklı renkleri bir araya getirip, büyük resmi oluştururlar.
Temel kaynaklarda yer alan bilgilere göre; Hz. Adem'den Hz. Muhammed (sav)'e kadar gelip geçen tüm peygamberlerden bazılarının bir, bazılarının birden fazla zanaatı yahut sanatı varmış. Bir yandan tevhid inancını tebliğ ve temsil ederken, öte yandan o alanlarda icraat yapıyorlarmış.
Genelde dönemin, özelde yaşadıkları çevrenin imkan ve ihtiyaçları doğrultusunda; çiftçilik, çobanlık, sütçülük, ekmekçilik, marangozluk, demircilik, avcılık, hasırcılık, bağcılık, ziraatçılık, terzilik, dokumacılık, tarihçilik, tercümanlık, hekimlik, tüccarlık yapanlar olmuş. Her biri, hem hayatın hem de halkın içinde bulunmuş.
Kur'an-ı Kerim'de, konuya atıfta bulunan ayetler var. Hadis rivayetleri de zanaat ve sanat erbabı olmayı teşvik ediyorlar.
İslam inancına göre, en büyük zanaatkar yahut sanatkar Allah'tır. Mucizevi derecede muazzam eseri ise; âlemler, içindekiler, özellikle de insandır.
Tin suresi ayet 4'te; "Muhakkak ki, biz insanı en güzel şekilde yarattık" diyor. Bakara suresi ayet 138'de: "Allah'ın boyasına bak, kim Allah'tan daha güzel boya vurabilir ki?" diye soruyor.
Teğabun suresi ayet 3'te; "gökleri ve yerleri yüce bir hikmetle yarattığı, sonra insanı en güzel biçimde var ettiği" mesajı var. Sebe suresi ayet 10, 11, 12; Allah'ın lütfu ve keremi ile Hz. Davud'un demirci olup zırh yaptığını, Hz. Süleyman'ın bakırcı olup kap-kacak imal ettiğini haber veriyorlar.
Peygamber (sav) Efendimiz: "Allah güzeldir, güzeli sever" diyor. Bir cenaze merasiminde, mezarın kazılma şeklinde kusur olduğunu fark edip düzeltilmesini istiyor; bunun ölüye zararının olup olmayacağı sorusuna, "Aslında ölüye rahatlık yahut rahatsızlık vermez. Bu, sağ olanların gözlerine güzel görünmesi içindir" diye cevap veriyor.
Osmanlı döneminde, devlet erkanı yetiştiren Enderun mektebinde; sosyal bilimler, siyasal bilimler, fen bilimleri, dini ilimler, spor ile birlikte zanaat ve sanat dersleri de verilirdi. Bu alanlarda da marifet sahibi olmaları istenirdi.
Nitekim cihana hükmeden padişahlar bile zanaatkâr yahut sanatkâr olmuştu. Kimi edebi sanatlara meyledip şiir yazacak, kimi musiki alanına yönelip beste yapacak, kimi ağaç oymacılığını tercih edip tarihi eser niteliğinde ürünler ortaya koyacak hale gelmişti.
Ancak; hepsinin merkezinde Allah'a kul olma, Peygamber'in ümmeti içinde bulunma, halka hizmet ederek faydalı hale gelme anlayışı vardı. Zanaatı da sanatı da "kulluk ve ibadet" bilincinin dışa vurumu olarak görüyorlardı.
Cumhuriyet döneminin usta şairlerinden Necip Fazıl Kısakürek, yıllar sonra bu noktaya işaret etmişti. Meseleyi çok veciz bir şekilde: "Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış; / Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış" diye özetlemişti.
Zanaatkâr ya da sanatkâr odur ki; yeryüzünü gezip dolaşırken ve göklerin derinliklerini gözetlemeye çalışırken, yüce Yaratıcı'nın yoktan var ettiği muazzam eserlere iyi bakar. Onların anlamını, amacını, mesajını, muhtevasını, tekniğini, estetiğini doğru anlar.
Sonra dönüp, kendi rolünü yahut sorumluluğunu üstlenir. Yaşadığı tüm çevre ve ortamları, büyük resmin küçük uzantıları haline getirir.
Elimizde fırça da, boya da, tuval de var. Allah'ın boyası ile boyanmış milyonlarca obje; bize örnek oluyor, yol gösteriyorlar.
Eserimizin "güzel" olması için; niyetimizin "halis", gayretimizin "üstün" olması şarttır. Dünyayı ve insanlık âlemini, yaşadığı ve yaşayacağı tüm sorunlardan; gönlü güzel insanların, sanatkarane dokunuşları kurtarır.
Zekeriya Erdim
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.