Cemal Süreya ve bilinmezliklerinde tanımladığı Sezai Karakoç
Edebiyatımızın hem sürekli öncüsü, hem de genç klasiği Cemalettin Seber, sonradan herkesin severek anacağı ismiyle Cemal Süreya… Keskin zekasıyla sınırsız dil aracını kullanarak uçarı şiirler yazmış bir şair. Dersim'den sürgünle başlayan hayatında Dostoyevski ile yeniden doğmuş, şiirin anayasaya aykırı olduğunu, alışkanlıklara karşı bir yaylım ateşi olduğunu savunan bir deha. Süreyya olan soyadındaki iki y'den tekini, bir iddiada kaybeden sözünün eri edebiyatçı. Kendi gibi olduğunu söylediği fakülte yıllarında Sezai Karakoç'un yakın arkadaşı. Tüm bilinmeyen yönlerini gün yüzüne çıkardığımız Cemal Süreya, Sezai Karakoç için ne söylemişti, sizler için derledik.
Giriş Tarihi: 24.02.2019
13:50
Güncelleme Tarihi: 24.02.2019
14:45
TÜRK ŞİİRİNDE BİR KOPMA NOKTASI
Gülün tam ortasında ağlıyorum Her akşam sokak ortasında öldükçe Önümü arkamı bilmiyorum Azaldığını duyup duyup karanlıkta Beni ayakta tutan gözlerinin
Henüz 23 yaşındayken Yeditepe dergisinde yayımlanan "Gül" şiiri, Türk şiirinde bir kopma noktasıydı. Pek çok anlamda ondan öncesi yoktu. O güne dek Türk şiirinde söylenmemiş, dile getirilmemiş imgelerle, ironiyi temellendiren bir şiirdi "Gül". Bu, Cemal'i müstesna kılan pek çok imzadan yalnızca biriydi.
Yazın serüveninde hicve de çokça yer verdi, ama bunu ironi olarak aktardı, hissettirdi. Örneğin, burjuvalardan söz ederken, onları motorun çıkardığı pat pat sesine benzetti. İstanbul içinse, "İstanbul bir kent gibi değil, bir hayvan gibi. Canlı. Yağmur yağdığı zaman tüten, kokusu olan, diri bir kent. Çok karışık, hiçbir simetrik duygu barındırmayan bir kent," derdi.
Şiir kadar vazgeçilmez bir başka tutkusu da dergicilikti. Askerlik zamanında çıkarmaya başladığı Papirüs'ü imkânsızlıklarla boğuşarak üç ayrı dönemde çıkardı. Dergiyi kapatmak zorunda kaldığında, bu durumu da kendi alaycı üslubuyla değerlendirdi: "Bir dergi gibidir benim yaşamım; bu yüzden ben ölmem, batarım."
CEMAL SÜREYA NELER OKURDU?
"Ben okumaya, din kitapları, halk kitapları, cenk kitapları okuyarak başladım. Aynı kitabı yüz kere okumak ama… O şekilde başladım. İlkokul üçten sonra, ve daha çok ortaokulda, daha çok edebiyat kitapları, romanlar gibi yapıtlara yaklaşabildim. Ama ondan sonra hız kazandı bu bende. Yeni edebiyatı üniversitede yakalayabildim. Lisede aruzcuydum. Eski edebiyatçıydım! 1940'a gelen şiir devrimini pek sevmiyordum!.. Sonradan, onlardan çok yararlandım."
"Çok roman okudum. Hatta kötü romanlar okuyarak yetiştim diyebilirim. İyi bir roman benim için her şeydir. Şiire de, başka türlerin örneklerine de yeğ tutarım onu." "Karamazovlar Kardeşler'i beş kez okudum. Goriot Baba'yı dört kez okudum. Cemo'yu üç kez okudum. Savaş ve Barış'ı iki kez okudum."
İLK ÖDÜLÜNÜ NE ZAMAN ALDI?
"Bir de ilkokulda bir ödülüm var: Bir Yavru Türk dergisi cildi kazandırmıştı bana. Üçüncü sınıftaydık, sanırım. Öğretmen, tavşanla kaplumbağa öyküsünü anlattı bize. Dedi ki, gelecek ders bunu sizler yazın… Bu bir yarışmadır; birinci gelene, işte, şunu vereceğim… Ertesi derste yazdık hepimiz, verdik. Ben kazanmışım. Tek farkla: Herkes şöyle yazmış; bir tavşanla bir kaplumbağa arkadaş olmuşlardı… Ben şöyle demişim: "Bir tavşanla bir kaplumbağa canciğer arkadaş olmuşlardı." Ondan sonra uzun zaman, tahrir ödevlerinde bu "canciğer" lafını herkes kullanmaya başladı! Tatilinizi nasıl geçirdiniz? diye bir ödev veriliyor mesela. Herkes şöyle başlıyor: "Canciğer bir arkadaşım vardı.
Bu benim ilk ödülümdür."
TATİLLERDE BİLE OKULDA KALIYORDU
1947-1950 arasında Haydarpaşa Lisesi'nde parasız yatılı okudu. Şubesi, Edebiyat G. O tarihlerde liseyi bitirmek için iki aşamalı sınavdan geçiliyordu: Mezuniyet ve olgunlaşma sınavları. İkisinden de pekiyi aldı.
Çekingen bir öğrenciydi, yine de -ortaokulda olduğu gibi 'dahi'ler arasında sayılıyor, şair kabul ediliyordu. Ailesi o sıra İnegöl'de olduğundan İstanbul'daki akrabalarına "evci" çıktığı bazı hafta sonları dışında, bütün zamanını bomboş kalmış okulda yalnız geçiriyordu. Yaz tatilleri dahil.