Yusuf Ziya Ortaç'ın kendi kaleminden hayatına dair notlar
Yusuf Ziya Ortaç, edebiyatımızın Beş Hececiler olarak adlandırılan grubun üyesiydi. Bununla beraber güçlü yazar ve şairliğiyle tanınır; edebiyat öğretmenliği, yayımcılığı ve siyasetçi yönüyle bilinirdi. Döneminin önemli mizah yazarlarındandı. Edebiyata olan sevdası onu mühendislik hayalinden almış, Bizim Yokuş'un önemli isimleri arasına dahil etmişti. Yaşadığı süre boyunca en büyük sırrı çok sevdiği dergiye en güzel şiirini göndermemiş olmasıydı. İşte, Ortaç'ın "kaleminin kendisine tahammülü kadar" yaşam öyküsü…
Giriş Tarihi: 20.05.2019
15:11
Güncelleme Tarihi: 20.05.2019
16:13
O günlerin üç büyük dergisi vardı: Selanik'te Genç Kalemler, İstanbul'da Rûbab, Şehbal. Rûbab, bunların en genci, en kavgacısıydı. Pembe bir kağıda basılırdı. Şimdiki ölçülere uymaz bir biçimi vardı. Boyu, Akbaba kadardı galiba. Ama eni, Akbaba'nın üçte ikisi kadar.
Halit Fahri'yi, Ali Naci'yi, Selâhattin Enis'i Hakkı Tahsin'i onun sayfalarında tanımıştım. Şahabeddin Süleyman "Nayîler" adı altında birleşmiş bir sanat topluluğunun başına geçmiş, onların kavgalarını yapıyordu. Her hafta bu dergileri alabilmek için küçücük gündeliğimden bir parçasını – öğle yemeklerimden kırparak – biriktirirdim.
Bu genç akıma karışmak, ismimi onların isimleri arasında görmek özlemi anlatılmaz bir yangındı içimde… Bir gün pek beğendiğim bir şiirimi, yürek çırpıntıları ile zarfa koyup postaladım:
Rûbab mecmuası müdürlüğüne Cağaloğlu – İstanbul
Ne mi oldu? Bir hafta, iki hafta, üç hafta… Manzumem çıkmadı ve Rûbab kapandı.
Kimseciklere söyleyemediğim sırrı içime gömdüm. Yeryüzünde içime gömdüğüm bu sır kadar hazin bir mezar yoktur.
Edebiyat Fakültesinde imtihan verirken üç büyük profesörümüz, Ali Ekrem, Ferit Kam, Fuat Köprülü, Baki'nin Kanuni Sultan Süleyman'a mersiyesini, önümdeki kitabı kapayıp gürül gürül ezbere okuyuşuma şaştılar.
Ali Ekrem'in - Çocuk, sen galiba aruz biliyorsun? sorusuna - Evet efendim, der demez adeta öfke ile: - Ne münasebet? deyişine kendisi de öteki profesörler de ben de gülmüştük.
Ama bir gün Ziya Gökalp ile tanışınca bu saltanatlı bandoyu bırakıp hecenin sazını aldım ele. Beğendiğim işler vardı gençliğimde. Bugünün çocukları belki okur, belki örnek alırlar diye yazacağım:
Yaşım yirmi idi, yaşların en güzeli… Mevsim bahardı, mevsimlerin en tatlısı…
Bir sabah elimde defter, kalem; eriklerin beyaz beyaz, şeftalilerin pembe pembe açtığı bostana karşı odamda masaya kapandım. Bir ay, iki ay, üç ay, beş ay… Ağaçlarda yaprakların kızıllaştığı bir Eylül akşamı çıktım bu odadan elimde üç defterle. Bu üç defter, üç perdelik manzum bir piyesti. Üçüncü Ahmet devrinde geçen bir trajedi: Binnaz.
Şöhretin büyük kapısından onunla girdim. Şehir tiyatrosunun ışıklı kapısından onunla girdim. Edebiyat tarihinin dar kapısından onunla girdim. Ben ona yirmi yaşımın dört, beş ayını vermiştim. O bana, sanat dünyasında kimliğimi verdi.