Edebiyatımızdaki en ünlü tezkireler
Sözlükte "anmak, hatırlamak" manasındaki zikr kökünden türeyen tezkire, "hatırlamaya vesile olan şey" demektir. Terim olarak eski dönemlerde yazılan biyografik-antolojik eserleri ifade eder. İslam telif geleneğinde zamanla farklı özellikler kazanarak gelişen tezkireler, esas nitelikleri bakımından günümüzdeki biyografik/antolojik sözlüklere benzer özelliklere sahiptir. Yapılan çalışmalarda sık sık adı geçen ve faydalanılan tezkireler, edebiyat tarihimizde önemli bir rol üstlenir. Peki, edebiyatımızdaki en ünlü tezkireler ve bu tezkirelerin muhtevaları nelerdir? İşte araştırmalarda başucu kitabı yapılabilecek tezkireler...
Giriş Tarihi: 29.03.2020
09:20
Osmanlı Türkçesi'nde tezkiretü'ş-şuarâ türü, Sehî Bey'in 945 (1538) yılında tamamladığı bu eserle başlar. Tezkire-i Sehî olarak da bilinen Heşt Bihişt bir önsöz, her birine "bihişt" (cennet) adı verilen sekiz tabaka ile bir hâtimeden meydana gelmiştir. Sehî'nin önsözünde bizzat belirttiği üzere eser Abdurrahman-ı Câmî'nin sekiz ravzaya ayrılmış Bahâristân'ından, Devletşah'ın Teẕkiretü'ş-şuʿarâʾsından Ali Şîr Nevâî'nin sekiz "meclis"ten oluşan Mecâlisü'n-nefâis'inden örnek alınarak yazılmış ve sekiz tabakaya ayrılmıştır.
Heşt Bihişt'in her tabakasının başında o tabaka için giriş mahiyetinde bir açıklama, sonunda da bir "tetimme" kısmı bulunmaktadır. Arap edebiyatındaki geleneğin bir devamı olan bu sistemde tabakalar Farsça sayılarla adlandırılmıştır.
Heşt Bihişt'te sırasıyla bir şairin önce adı, babası tanınan bir kimse ise babasının adı, bazılarında kimin öğrencisi olduğu, varsa mensup bulunduğu tarikat, tahsili ve mesleği belirtildikten sonra kişiliği ve şiirleri üzerinde değerlendirmede bulunulur, bazan eserlerinin isimleri de verilir. Şairlerin doğum ve ölüm tarihleri kaydedilmeyip, sadece bir kısmının genç veya ihtiyar yaşta öldüğü belirtilmekle yetinilmiş, daha sonra her şairin şiirlerinden birkaç beyit örnek verilmiştir.
Sehî'nin şairler hakkında verdiği bilgiler genellikle kısa, çok defa da eksiktir. Bazan bir sayfada dört beş şairin hayatına rastlamak mümkündür. Mevcut kataloglara göre Heşt Bihişt'in Türkiye'de ve Türkiye dışındaki kütüphanelerde on sekiz nüshası vardır.
Latîfî'nin yazdığı on kadar eserleri arasında en meşhuru 1546'da tamamlayıp Kânûnî Sultan Süleymana sunduğu Tezkiretü'ş-Şuarâ adlı eseridir.
Tezkiretü'ş-Şuara, Anadolu sahasında Sehî Bey'inkinden sonra bu türde yazılan ikinci eserdir. Eser, bir önsöz, üç bölüm ve bir sonuçtan meydana gelir. Latîfî, eserinde şairler hakkında objektif davranmıştır.
Tezkirecilik tarihimizin en önemli örneklerinden olan eser bir mukaddime üç fasıl ve hâtimeden meydana gelmiştir. Birinci fasılda, Anadolu'da yetişen şâir şeyhler; ikinci fasılda şâir padişahlar; üçüncü fasılda ise harf sırasına göre Sultan İkinci Murâd Han devrinde 1543'e kadar yetişen üç yüzden fazla şair yer almaktadır. Latifi tezkiresinde 310 şaire yer vermiş bu şairleri tarafsız bir şekilde değerlendirmeye çalışmıştır. Latifi tezkiresi bu yönüyle edebiyatımızdaki ilk edebi tenkit örneklerini veren bir eleştirmen olarak göze çarpar.
Tezkirede yer alan şahıslar alfabetik olarak verilmiştir. Latifi sözü edilen bu eserinde şairler hakkında edebî tenkit ve değerlendirmelere yer vermesi ile bu esere orijinal bir yön kazandırmıştır. Ancak birçok önemli şairi Kastamonulu olmadığı olmadığı halde Kastamonulu olarak göstermiş olması dikkatlerden kaçmaz.
Latifi Tezkiresi ya da diğer adıyla Tezkiretü'ş-Şuarâ ve Tabsıratü'n-Nuzemâ yazıldığı tarihten itibaren tezkire türünün en çok başvurulan eserlerinden biri olmuştur. Latifi tezkire türünde şairlerin biyografisine genişlik kazandırmak şairlik düzeylerine hak ettikleri oranda yer vermek, şairleri alfabetik olarak sıralamak, şairlerin şiirlerine eleştiri getirmek gibi yaklaşımlarla tezkirecilik geleneğine önemli özellikler kazandırmıştır.
Gülşen-i Şuarâ, Osmanlı edebiyatında tezkire vadisinde Sehî ve Latîfî'ninkinden sonra ortaya konulan üçüncü eserdir. Daha önceki devirlerde yaşamış eski şairleri kadrosu dışında tutup yalnız kendisinin çağdaşı olan şairleri alması bakımından Gülşen-i Şuarâ, XVI. asrın kendinden evvel ve sonra gelen bütün tezkirelerinden farklılık gösterir. Bu asrın diğer tezkireleri zamanca çerçevelerini XIV. yüzyılın sonlarına kadar çıkarırlarken Ahdî eserini sadece kendi yaşadığı çağ ile, hele ilk tertibinde ise sırf Kanûnî Süleyman devri ile sınırlandırmak ister.
Ahdî, tezkiresini ilk şeklindeki kadro ve hali ile bırakmayarak sonraları da onunla meşgul olmuştur. Tertibini "ravza" adını taşıyan üç bölümden, yeni bir ravza daha ilâve etmek suretiyle dörde çıkardıktan başka, eserini yeni hal tercümeleri ile zenginleştirirken mevcut hal tercümesi maddelerindeki bilgileri de devamlı ilâvelerle yer yer geliştirmeye çalışmıştır. Başlangıçta şair kadrosu Kanûnî devrini aşmayan eser, böylece ilâveler gören yeni şekliyle II. Selim ve III. Murad devri şairlerini içine alacak surette genişler.