Edebiyatımızdaki en ünlü tezkireler
Sözlükte "anmak, hatırlamak" manasındaki zikr kökünden türeyen tezkire, "hatırlamaya vesile olan şey" demektir. Terim olarak eski dönemlerde yazılan biyografik-antolojik eserleri ifade eder. İslam telif geleneğinde zamanla farklı özellikler kazanarak gelişen tezkireler, esas nitelikleri bakımından günümüzdeki biyografik/antolojik sözlüklere benzer özelliklere sahiptir. Yapılan çalışmalarda sık sık adı geçen ve faydalanılan tezkireler, edebiyat tarihimizde önemli bir rol üstlenir. Peki, edebiyatımızdaki en ünlü tezkireler ve bu tezkirelerin muhtevaları nelerdir? İşte araştırmalarda başucu kitabı yapılabilecek tezkireler...
Giriş Tarihi: 29.03.2020
09:20
Latîfî'nin yazdığı on kadar eserleri arasında en meşhuru 1546'da tamamlayıp Kânûnî Sultan Süleymana sunduğu Tezkiretü'ş-Şuarâ adlı eseridir.
Tezkiretü'ş-Şuara, Anadolu sahasında Sehî Bey'inkinden sonra bu türde yazılan ikinci eserdir. Eser, bir önsöz, üç bölüm ve bir sonuçtan meydana gelir. Latîfî, eserinde şairler hakkında objektif davranmıştır.
Tezkirecilik tarihimizin en önemli örneklerinden olan eser bir mukaddime üç fasıl ve hâtimeden meydana gelmiştir. Birinci fasılda, Anadolu'da yetişen şâir şeyhler; ikinci fasılda şâir padişahlar; üçüncü fasılda ise harf sırasına göre Sultan İkinci Murâd Han devrinde 1543'e kadar yetişen üç yüzden fazla şair yer almaktadır. Latifi tezkiresinde 310 şaire yer vermiş bu şairleri tarafsız bir şekilde değerlendirmeye çalışmıştır. Latifi tezkiresi bu yönüyle edebiyatımızdaki ilk edebi tenkit örneklerini veren bir eleştirmen olarak göze çarpar.
Tezkirede yer alan şahıslar alfabetik olarak verilmiştir. Latifi sözü edilen bu eserinde şairler hakkında edebî tenkit ve değerlendirmelere yer vermesi ile bu esere orijinal bir yön kazandırmıştır. Ancak birçok önemli şairi Kastamonulu olmadığı olmadığı halde Kastamonulu olarak göstermiş olması dikkatlerden kaçmaz.
Latifi Tezkiresi ya da diğer adıyla Tezkiretü'ş-Şuarâ ve Tabsıratü'n-Nuzemâ yazıldığı tarihten itibaren tezkire türünün en çok başvurulan eserlerinden biri olmuştur. Latifi tezkire türünde şairlerin biyografisine genişlik kazandırmak şairlik düzeylerine hak ettikleri oranda yer vermek, şairleri alfabetik olarak sıralamak, şairlerin şiirlerine eleştiri getirmek gibi yaklaşımlarla tezkirecilik geleneğine önemli özellikler kazandırmıştır.
Gülşen-i Şuarâ, Osmanlı edebiyatında tezkire vadisinde Sehî ve Latîfî'ninkinden sonra ortaya konulan üçüncü eserdir. Daha önceki devirlerde yaşamış eski şairleri kadrosu dışında tutup yalnız kendisinin çağdaşı olan şairleri alması bakımından Gülşen-i Şuarâ, XVI. asrın kendinden evvel ve sonra gelen bütün tezkirelerinden farklılık gösterir. Bu asrın diğer tezkireleri zamanca çerçevelerini XIV. yüzyılın sonlarına kadar çıkarırlarken Ahdî eserini sadece kendi yaşadığı çağ ile, hele ilk tertibinde ise sırf Kanûnî Süleyman devri ile sınırlandırmak ister.
Ahdî, tezkiresini ilk şeklindeki kadro ve hali ile bırakmayarak sonraları da onunla meşgul olmuştur. Tertibini "ravza" adını taşıyan üç bölümden, yeni bir ravza daha ilâve etmek suretiyle dörde çıkardıktan başka, eserini yeni hal tercümeleri ile zenginleştirirken mevcut hal tercümesi maddelerindeki bilgileri de devamlı ilâvelerle yer yer geliştirmeye çalışmıştır. Başlangıçta şair kadrosu Kanûnî devrini aşmayan eser, böylece ilâveler gören yeni şekliyle II. Selim ve III. Murad devri şairlerini içine alacak surette genişler.
Şairlerin asıl çoğunluğunu içine alan büyük bölüme geçmeden, şiirle meşgul kimselerin bir kısmını baştaki ilk üç kısa bölümde sosyal mevkilerine göre sınıflandıran Ahdî, birinci ravzayı Kanûnî Süleyman ve dört şehzadesi ile sonradan ilâve ettiği II. Selim'in şehzadesi III. Murad yanı sıra beylerbeyi, nişancı, başdefterdar gibi devlet protokolünde önde gelen ricâle ayırır. İkinci ravzada ilmiye sınıfından şiir sahibi gözde bir kısım müderris ve kadılar yer alır. Ahdî bu bölümde şöhretçe ön safta bulunan ulemâ arasında Bâkî ve Hayâlî gibi mesleklerinin henüz ilk basamaklarındaki genç simalara da yer vermekten çekinmemiştir. Eserin ağırlığını teşkil eden alfabetik sıralı üçüncü bölüm yeni tertipte dördüncü yani sonuncu ravza olurken, onun yerine sancak beyleriyle eyalet defterdarlarına tahsis edilmiş yeni bir ravza açılır. Daha önceki tertipte bu zümreden son ve ilk ravzada kendilerine yer verilmiş olanların da hal tercümelerinin yeniden işlenerek nakledildiği bu fasla, aynı sınıftan başka yeni şahısların hal tercümeleri de ilâve olunur. Burada kendilerine yer verilenler ülkenin her tarafındaki kimseler olmayıp ağırlık merkezi Irak ve havalisi olmak üzere, imparatorluğun Konya'dan öteye doğru olan bölgelerinin sancak beyleri ve bunların emrindeki defterdarlardır.
Gülşen-i Şuarâ'ya asıl değer ve ehemmiyet kazandıran taraf, onun isim ve hal tercümeleri başka hiçbir tezkire ve herhangi bir eski kaynağa geçmemiş, büyük çoğunluğu imparatorluğun doğu bölgesinden olan şairleri tesbit etmiş olmasıdır. İran ve Azerbaycan'ın bir kısmını içine alacak surette esas mihver Irak olmak üzere imparatorluğun doğu cihetinden Suriye ve Mısır'a kadar uzanan bir sahada yetişip çağının başka tezkire müelliflerine meçhul kalmış mühim miktarda şairin varlığından ancak Ahdî'nin tezkiresi ile haberdar olunabilmektedir.
AŞIK ÇELEBİ- MEŞAİRÜ’Ş ŞUARA
Âşık Çelebi'nin birçok eseri içinden adı günümüze ulaşmış ve en tanınmış eseridir. Bu tezkire, Anadolu'da yazılan dördüncü ve tarihimizde tezkire türünün en güzel örneklerinden biri olan bu eser 1556 yılında tamamlanmış Meşairü'ş-şuarâ, Kanunî'ye sunulmak amacıyla yazılmış ancak Kanunî'nin ölümü üzerine 1568'de II. Selim'e takdim edilmiştir. Tezkîre nüshalarına göre şair sayısı, 360 ile 324 arasında değişmektedir. Bu eser Meşâirü'ş-Şuârâ, Aşık Çelebi Tezkiresi veya Tezkiret'üş Şuara adı ile de anılır.
Meşâirü'ş-şuarâ ebced harflerinin sıralanışına göre düzenlenmiş olup 976'da (1568) tamamlanmıştır. Fatîn Efendi'nin Hâtimetü'l-eş'âr'ına kadar (yazılışı 1853) kaleme alınan yirmi altı tezkireden hiçbiri verdiği bilgilerin zenginliği bakımından bu eser seviyesine ulaşamamıştır.