İskender Pala'nın dilinden deyimlerin hikayeleri
Anlatımı güzelleştirmek, savunulan fikir ve düşünceyi daha etkili kılmak üzere her dilde kalıplaşmış bazı sözler bulunur. Atasözleri, bilmece, tekerlemeler gibi… Bu tür kalıplaşmış sözler arasında, dilin bünyesinde en sık rastlanılanlar ise deyimlerdir. İşte İskender Pala'nın İki Dirhem Bir Çekirdek kitabından derlediğimiz deyimlerin hikâyeleri…
Giriş Tarihi: 17.12.2019
09:29
Güncelleme Tarihi: 18.07.2021
11:36
Adam, şeyhin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince, onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve bir kız çocuğu başını uzatarak,
— Şeyh efendi, biraz durur musun, deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve "Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz..." der.
Şeyh içinden "La havle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sırada, küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir: "Gidebilirsiniz artık!.."
Şeyh efendi merak eder ve sorar: "İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?"
Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa, piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu.
Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi Derviş der; çıkar ağzından baklayı!
Hani "lâf" diye bir kelimemiz vardır. Son zamanlarda "söz, kelâm" karşılığı olarak kullanılması yaygınlaştı. Hemen herkes, birilerinin sözlerinden "lâf" diye bahsediyor. Halbuki lâf denildiği zaman söz veya kelâma bir menfilik, bir olumsuzluk, hatta yerine göre istenmeyen bir tavır katılmış olur. Söz, nötr bir varlıktır. Onun üst derecesine kelâm, alt derecesine lâf denir.
Kelime, Gencine-i Güftör Ferheng-i Ziya isimli Farsça sözlükte "beyhude ve manasız söz, lakırdı, haddin fevkinde söylenen söz, öğünme, kendini gösterme" karşılıklarıyla verilmiş. Buradaki haddin fevkinde tanımı, siyasî literatürümüze "maksadını aşan söz" olarak girmiştir ki tam olarak lâfı karşılar. Bu kelime, eskiden beri dilimizde daha ziyade "lâf ü güzâf" şeklinde kullanılmıştır. Güzaf (aslı gizaf),"beyhude söz, abes, faydasız lakırdı" demektir. Yani, lâf ile eş anlamlı (müteradif) bir kelimedir. Bu yüzden ikisinin yan yana kullanılırken lâf-ı güzaf, şeklinde (tamlama biçimiyle) ifade edilmesi hatalıdır. Ama yan yana kullanılması, sözün değerinin iyiden iyiye düşürüldüğüne delâlettir ki anlamı "saçma sapan söz" demek olur.
Çelebi Sultan Mehmet, saltanatının ilk yıllarında oğlu Murat'ı Amasya'da yerine vekâleten bırakıp kendisi bir müddet Merzifon'da ikâmet eder. O sırada, Timur ordularının süvari talimlerini örnek alarak, süvari talimi yaptırılmasını irade buyurur. Kendisi Merzifon'da maiyetinde bulunan iki yüz kadar süvariyi alıp Suluova'ya iner. Murat da Amasya'daki süvarilerden bir o kadar getirmiştir. Sıra talimlere gelir. Güya bunlardan bir kısmı düşman, diğerleri dost olacaklardır.
O zaman henüz şimdiki manevralarda olduğu gibi kırmızı kuvvetler ile beyaz (bazen yeşil) kuvvetler icat edilmemiştir. Askerleri de birbirinden ayırmak gerekmektedir. Düşünüp taşınırlar ve çareyi bulurlar: Amasya, bamyasıyla meşhurdur. Merzifon'da ise büyük lahanalar yetişir. Buna istinaden Amasyalı süvarilere "Bamyacılar", Merzifon efradına da "Lâhanacılar" tesmiye olunur. Bu iki ismin manevralarda kullanılması daha sonra o kadar tutulur ki Osmanlı tarihi boyunca bütün talim ve manevralarda "Bamyacılar aşağı; Lâhanacılar yukarı!" komutları verilip eğitimler yapılmaya başlanır.
Gel zaman, git zaman! Sultan III. Selim, bir bahar günü Davutpaşa'da kendi maiyetini toplayıp askerlerin karşısına çıkarır. At oynatmak, cirit atmak, silâh kullanmakta hangileri daha mahir, görmek ister. Bunlardan bir taraf lâhanacılar, diğerleri bamyacılar olurlar. Maharetler ortaya dökülür, eğlenilir ve talimler sona erer. Dilimizde, sırf şenlik olsun diye davranan, bir amaca yönelikmiş gibi gayret ettiği hâlde işe yaramayan şeyler yapan kişiler için bu deyim kullanılır.
Tarihteki ilk derbi: Lahanacılar ve Bamyacılar
Yıllarca tahsil görmüş, ilim öğrenmiş kişiler hakkında "mürekkep yalamış" denir. Bu deyim bize matbaadan evvelki zamanların el yazması kitapları ve hattatları yahut müstensihlerinden yadigârdır. El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken, pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlansın diye parşömenlerin üzeri ahar denilen bir tür sıvı ile cilalanır, ardından da mührelenirmiş. Ahar , yumurta akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvamında bir dolgu maddesi olup kâğıt üzerinde bir tabaka oluşturur. Kitap kurtlarının pek sevdiği ahar, aslında, suyu görünce hemen erir.
Aharın bu özelliğinden dolayı eski zamanların hattatları yahut kopya usulü kitap çoğaltan zanaatkârları (müstensihler), bir hata yaptıkları vakit onu silmek için (mürekkep silgisi henüz icat edilmemiştir) serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler, böylece zemindeki ahar dağılır ve aharla birlikte hata da kendiliğinden kaybolur gidermiş. Bazen bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde aynı işlemi tekrarlamak gerekir hattatın serçe parmağına gelen mürekkep, ister istemez diline geçer, böylece hattat mürekkebi yalamış olurmuş.
Mürekkep, bezir isinden hazırlandığı için suda çözülmesi doğaldır. Bu yüzden el yazması eserler asla su ve türevleri ile temas ettirilmez. Ancak, kitap henüz yazılma aşamasındayken mürekkebin bu özelliği hattatların işine yarar, gerek divitlerinin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir tirfil yahut imlâ koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine, ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını sağlarlarmış. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır.
Sonuçta eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarınca ilminin ziyadeleştiğini varsayarlar ve okuma yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı, toplum içinde saygı alâmeti olarak alırlarmış.
Aharlı kağıt nedir? Aharlı kağıt nasıl yapılır?