Arama

Necip Fazıl tasavvufla nasıl tanıştı?

İnsanların hayatında dönüm noktaları olur. Yaşadığı olay, tanıştığı kişi yıllarca oluşturduğu benliğini ve tabularını tümüyle değiştirebilir. Şiir, piyes, tiyatro, fıkra, hikaye, politika ve dini konularda kaleme aldığı çok sayıda eserleriyle Üstad Necip Fazıl da böyle bir dönüşüm hikayesinin kahramanıdır. "Benim kurtarıcım, müjdecim" dediği Abdülhakim Arvasi ile olan tanışmasını ve hayatının seyrinin nasıl değiştiğini sizler için derledik.

Cumhuriyet'in ilan edildiği zamanlarda Necip Fazıl, Beylerbeyi'nde oturuyordu. Peyami Safa arkadaşıydı. Yirmili yaşlarının başında olduğu bu günlerde Maarif Vekaleti'nin Avrupa üniversitelerinde eğitime göndereceği ilk Cumhuriyet öğrencisi için imtihan açmıştı. Üstat da bu sınava girdi ve sınavı iyi dereceyle kazandı.

Aralarında Suat Hayri (Ürgüplü), Burhan Ümit (Toprak), Cemil Sena (Ongun), Namdar Rahmi (Karatay) gibi, ileride ülke çapında tanınacak isimleri taşıyan gemi Marsilya'ya hareket etmişti. Necip Fazıl, Paris'e Sobon Üniversitesi'nde felsefe tahsiline gitmekteydi. Uğurlamaya gidenler arasında Üstad'ın hocası Prof. Mustafa Şekib (Tunç) de vardı. Hocası, öğrencisine "Necip, tarihin malı olduğunu unutma!" demiştir.

Fazıl, bir yıl sonra İstanbul'a döndü. Harf inkılabından hemen önce kaleme aldığı "Kaldırımlar" isimli şiir kitabı ve aynı ismi taşıyan şiiri edebiyat dünyasını derinden sarstı. Yakup Kadri, İsmail Habib, Nurullah Ataç, Yaşar Nabi, Necip Fâzıl'ı ve şiirlerini öve öve bitirememişler, onu göklere çıkaran, yücelten yazılar kaleme almışlardı. O artık bir "Kaldırımlar Şairi" idi. Yaşar Nabi, Üstad'ı "Bir mısraı bir millete şeref verecek şair!" şeklinde anacaktı.

Necip Fazıl, yirmi yaşlarında Fikret Adil'in, Beyoğlu'nda, Tünel tarafında, Asmalımescit sokağındaki pansiyon odasında, Peyami Safa, Çallı İbrahim, Mesut Cemil, Eşref Şefik gibi meşhurlarla yaşadığı bohem hayatı, hayatını anlattığı "O ve Ben" isimli otobiyografisinde şu şekilde kaleme almıştır:

Necip Fazıl tasavvufla nasıl tanıştı?

"Beyoğlu pansiyonlarında ve Fikret Adil'in Asmalımescit sokağındaki tavan arası garsoniyerinde, ressamlı, heykeltıraşlı, şairli, muharrirli, profesörlü bir kalabalığa gömülü, daral, patla, dur! Bu hayatın kendisi yok ama ismi var: (Bohem) hayatı... Mide gurultusu kadar başıboş insiyakların ve tabak gıcırdatılınca duyulan sinir kamçılanmaları gibi en kaba teessüriyetlerin hayatı... Bu hayat süresince bende, derin bir bunalma, ruh sıkışması, kendinden kaçma, kendini unutmaya çalışma hâli... Belki de, bu hâlden kurtulmak içindir ki, kendimi cehennem çarkına büsbütün kaptırmış bulunuyorum. Ve çabaladıkça batıyorum. Yirmi yaşını henüz aşmışım... Kendi kendimin, kendi mahrem "ben" imin üstüne bir çeki taşı koymuş, taşa da çıkmış, hora tepmekteyim: "Sus! Sesini duymak istemiyorum!"

"Üstün nizam ve topluluk derken, başıboşluk ve serserilik... Üniversite talebeliğinden Paris dönüşüne kadar geçen yılların özü. Ondan sonra bu hâl, bende büsbütün azdı. Şiirimdeki özenme tasavvufi eda ve Anadolu şiirinin "koşma" şekline bağlı iptidaî hassasiyet de gittikçe silinip yerine dipsiz bir korku, sınırsız bir gurbet duygusu, devamlı bir ihtilâç, vecdini kaybetmiş büyük şehirlerin boğucu kâbusu geçti. İlk eserim Örümcek Ağı birinci, sonraki kitabım Kaldırımlar ikinci merhalenin belirticileri... Bir de, şiiri kendisinden, öz nefsinden ibaret bilen, ona başka murat biçemeyen, hasis gayelere bağlı aşağılık tebliğ şiirleri yanında, şiirin, öz muradına ancak Allah gayesiyle varabileceğini ve ancak böylelikle telkin şiiri olabileceğini henüz kestiremeyen ham ve yarım bir (poetik)anlayış... "

Necip Fazıl, "Efendi Hazretleri" lakabıyla bahsettiği Abdülhakim Arvâsî'nin mânevî nazarı karşısında adeta avlandığını şu cümlelerle özetler: "Bu büyük mânevî buhran (metafizik) kıvranış, yepyeni bir kuruluşa doğru temelinden sarsılıştı; en kısa zamanda sezdiğime göre onun Efendi Hazretleri'nin tez nazarıdır ki beni bu hâle getirmişti. Avlanmıştım. Beni avlamışlardı. Adî sinir hastalıklarıyla yahut marazî ruhiyât kitaplarının çerçevelediği basit ve süflî ruh ihtilallarıyla alâkası yoktu bu hâlin... Ulvî mi ulvî bir çile… Belki aklın verasına çıkıp çıldırma noktasına gelmenin ve sonra kudsî bir nur, bu ruh feyziyle kanat ve muvazene kazanarak oradan geriye dönmenin hâliydi bu… Ve aklın, akla güvenmenin sefaletini anlama hâli."

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN