"Şu dünyanın bir mirasçısı varsa onlar çocuklardır!" I Ayçin Kantoğlu 🎤
Filistin ve Gazze halkı her geçen gün soykırıma uğramaya devam ediyor. Sabah gözlerini yeni bir güne açabildiklerinde, içlerindeki umut biraz daha yeşeriyor. Seslerine ses olabilmek adına bizler de gücümüz yettiğince yanlarında olmaya devam ediyoruz. "Gazze'nin size insanlığınızı hatırlatmasına müsaade edin." diyen Ayçin Kantoğlu ile ikinci röportajımızı gerçekleştirdik. Çevremizde gördüğümüz tüm şefkatsizliğin ve merhametsizliğin altında "yalnız" bir insanın olduğunu vurgulayan Kantoğlu, "Gazze sizin, örtülerin altından çıkmanızı sağlayabilir. Bu yüzden cesur ve samimi olun. Çünkü bütün bu ihtirasın, şefkatsizliğin, arzu ve isteklerin altında "yalnız bir insan" var. O sizsiniz!" diyor.
Giriş Tarihi: 09.08.2024
14:22
Güncelleme Tarihi: 09.08.2024
16:42
Betül Sav: Bir röportajınızda "sosyoloji, Latince ya da çevirmenlik yapmak istiyorum" demişsiniz. Bunun bir hikayesi var mı?
Ayçin Kantoğlu
➡ Düşüncem o ki kaybettiğimiz şey dilin kendisi. Bugün dünyada yaşadığımız ahlaki, etik ve varoluşsal krizin temelinde lisanı kaybetmek yatıyor. Çünkü toplumların kimliği Prof. Dr. Yalçın Koç'un deyimiyle "hafıza itibariyle lisanda" yani lisan, aslında bir toplumun kimliğini muhafaza eden mahal. Oradan eksildiğinde, kendine "ben kimim?" sorusunu sorduğunda verdiğin cevap gerçekten, hakikatten kopuyor. Artık post-truth çağındayız. Bu hakikatten kopuş ve halimiz de ortada. İnsan; bildiğimiz, tanıdığımız, anlamlandırdığımız zeminini kaybetti, dil ile beraber. Bunun böyle bir ehemmiyeti var.
➡ Ben Beyazıt'ta bir iş yerinde çalışıyordum. Uzun yıllar dış ticaret üzerine çalıştım. Sonra da emekli oldum. Orada çalışırken tam karşımda da İstanbul Üniversitesi var. Aslında Marmara İşletme mezunuyum. Dediğim gibi Yüksek Lisans yapma arzum, isteğim var. Fakat İşletme olsun Finans olsun iş kolumla alakalı da bir şey de istemiyorum. Ya ne istiyorsun, diye sordu arkadaşlar. Dedim ki, "Vallahi benim gönlümden geçen edebiyat. Sosyoloji olabilir, edebiyat olabilir." O dönem dediler ki; hiç heveslenme, Türkiye'de öyle bir adet yoktur yani senin bir branştan lisansın varsa yüksek lisansını yine o branştan yapmalısın. İşletme ise ona göre. Yok edebiyat istiyorsan Amerika'ya git, orada yap falan deyip epey bir takıldılar bana. Ama benim biraz burnunun dikine giden bir tarafım var. Üç bölüme başvurdum. Üçünden de kabul aldım. Sosyoloji, Latin Dili Edebiyatı, İtalyan Dili Edebiyatı. Sonra da bir rüya gördüm. Rüyamda böyle garipten bir ses bana dedi ki; "Latince bölümünü seç, senin için hayır var." Uyandım, dedim ki ben Latince'ye gidiyorum. Orada kocamla tanıştım. O da yüksek lisanstaydı. Sonra da evlendik çoluk çocuğa karıştık. Öyle bir hikayesi var. Tercih böyle oldu. Tabi sosyolojiyi seviyoruz. Bunlar, insanın daha derinlemesine nüfuz ettiği disiplinler. Ben Latinceyi de ayrı görmüyorum yani klasik Filoloji'yi. Çünkü bir Antik Yunanca eğitimi alıyorsunuz orada. Latince metinler çalışıyorsunuz, Antik Yunanca metinler çalışıyorsunuz. Hala bugün o terminoloji, yoğun olarak felsefe disiplininde kullanılıyor.
➡ Kefiyem yanımda. Bu kefiye de hediye. Ben gittiğim etkinliklerde bana hediye edilenleri hediye ediyorum. Genelde Filistin'le alakalı, hanımlar birtakım el işleri yapıyorlar. Bir karpuz dilimi veya bir bileklik. En son Başakşehir'de Genç Aktivistlerin bir etkinliğine katıldım. Orada boynumda birkaç aydır bende olan Denizli'de hediye edilmiş bir kolye vardı. Onu genç bir kızın boynuna taktım. Onlar bir grup genç kızdı, dedim ki "Her biriniz bir etkinlikte bunu taksın ama sonunda siz de hediye edin." Akşama da bir tesbih hediye geldi. İşte bu, hediye kefiyelerden bir tanesi. Çok yeri gezmiş. Hacca gitmiş ve gelmiş. İnşallah kısmet olur onu da hediye ederim. Bunun bir sünnet olduğunu da söylediler. Hediyeleşmek güzel bir şey.
Betül Sav: İlahi komedyayı bundan sonra mı çevirmeye başladınız? Şu an devam ediyor mu edebiyat yönünüz?
Ayçin Kantoğlu:
➡ Evet, Yüksek Lisans'ta başladık. İtalyan Lisesi mezunu olmam hasebiyle çok bağımın olduğu bir eser, İlahi Komedya. Biz ortaokulda, lisede okuduk. Bizim ders kitabımızdı. Liseden mezun olduktan sonra ben dedim ki; bir daha İlahi Komedya'nın kapağını açmayacağım. Çünkü o zaman not geçmek üzere okuyorsun. Ama öyle olmadı. Kitaba ilgim alakam hiç eksilmedi. Yurt dışında uzun yıllar çalıştım, çok uluslu firmalarla çalıştım.
➡ Tabi. Allah kısmet ederse Göktürk bana biraz kızacak bu röportajı dinlediğinde. Çünkü hala beni bekliyor. Ona da sabrı için teşekkür ediyorum. Gazze ile ilgili etkinlikler ve o çok yoğun koşuşturmacılı program, verdiğim sözleri tutma anlamında da beni yordu. Yapamadım, ona konsantre de olamadım. O acı, keder ve kendimi dışarı atma hissiyatıyla. Ama son dönemeçteyim. Bugün yarın inşallah teslim edeceğim. İlahi Komedya'nın 11 hecelik versiyonuyla bu sefer. Onun heyecanını da duyuyorum.
➡ O süreçte de üniversite sonrası iş hayatı, yurt dışında bulunduğum dönemlerde kitabın yeni çıkan versiyonlarını, çevirilerini-maddi gücüm ne kadarsa o oranda- edindim ve iyi bir arşivim oluştu. Çok enteresan da bir hediye aldım. Onu buradan söylemek isterim. Bir hanımla çalışıyorum. Şadiye hanım. Benim de herkes gibi bir aile hayatım, çoluk çocuğum var. Bundan önce mitinglerle ilgili bir tecrübem hiç yok. Dediğim gibi bir siyasi kişiliğimde yok. Böyle bir söylevim de hiç olmadı. Ama 7 Ekim sonrasında özellikle Aralık'ta Mehmet Hoca'nın o panelinden sonra eşime dedim ki yani ben çıkacağım, "bu çocuklar için bir şeyler yapmaya çalışacağım. " Eşimin benden birkaç talebi oldu. Bir tanesi hiçbir siyasi söylemi taşımamam yani yaptığım işlerde, çağrılarda hiç kimse bir siyasi bagaj, angajman bulmayacak. Bunu yapmak benim için kolay ve doğaldı.
➡ İkincisi de hiçbir yere yalnız gitmeyeceksin, dedi. Çünkü beni Türkiye'nin her yerinden arıyorlar ve ben o çevrenin insanı olmadığım için kimin aradığını bazen kestirebiliyorum bazen kestiremiyorum. Bu üniversitelerde çok sorun olmayabilir ama uzun yollarda seyahat ediyorum, Muğla 'dan gelip gitmek zorundayım ve ben hiç bilmediğim otellerde kalıyorum, hiç görmediğim şehirlerde kalıyorum. Ailemden bir başkasını da bu işi angajya etmeme imkan yok. Hem evde yürüyen bir düzen var hem de bakıma ihtiyacı olan yaşlılarım var. Dolayısıyla menajer buldu, sanki sahneye çıkacakmışım gibi lanse ettikleri şeyin arka planı budur. Şadiye Hanım, gittiğim etkinliklerde benimle birlikte konaklıyor. Ona da buradan selam olsun. Bunlar üzerinden çok yıpratılmaya da çalışıldım. Yani biri çıkıp Gazze ile ilgili bir şeyler söylediği zaman zannetmeyin ki onun önünde çiçekler, bahçeler açılıyor. Türkiye' de kutuplaşma o kadar fazla ki her grubun sana dair öne süreceği birtakım şeyler oluyor.
Betül Sav: Heniye'nin 3 Ağustos çağrısının ardından bir farkındalık olur mu dünyada? Sosyolojik bakış açısıyla sizden duymak istiyorum.
Ayçin Kantoğlu:
➡ Çok kıymetli sosyologlarımız var. Onların alanına öyle bir müdahalede bulunamam ama kişisel fikrimi elbette dile getiriyorum. Bu da bir bakış açısıdır, kıymetsiz değildir. Hiçbir şey olmasa, 50 yıl yaşamışlığın getirdiği bir tecrübe vardır ve samimiyet vardır, her şeyden önce. Ben daha önce katıldığım yerlerde de bunu dile getirdim: "Ben bu vatan dışında ümidi olan biri değilim." Her şeyim burada. Bütün beklentim, korkum, ümidim hepsi bu vatan. Yarın buraya ne olacaksa, kaderimizde Allah, neyi takdir ettiyse, komşumla beraber olacak . O yüzden bu noktadan bakarsan, samimice duygularını ifade eden biriyim.
➡ Heniyye'yi, merhumu çok önemsiyorum. Özellikle birkaç sahne var ki gözümün önünde, gerçekten çok kıymetli. Bir; çocuklarının ve torunlarının şehit edilişini haber verdiklerinde gösterdiği o muazzam metanet ve teslimiyet. Bu lafla söz olabilecek bir şey değil. İzlediğin zaman insanı sarsan sahneler onlar. O zaman dedi ya; "benim evlatlarımın Filistin'deki kızlardan ve erkeklerden hiçbir farkı yoktur. Hepsi benim evladımdır." Yani kendi evladını öncelemeyen bir profil bir lider.
➡ İkinci sarsıcı hadise de onun şehadeti üzerine ailesinin söylediği; "babamızın kanı, Filistin'de öldürülen çocukların kanından daha kıymetli değildir." cümlesi...
➡ Şimdi böyle bir şeye baktığın zaman kendi evladını kayırmayan ve kendi nefsini başkalarından aziz görmeyen bu insanlara hayranlık duymamak mümkün bana göre değil ve merhumun şehadetini öğrendikten sonra "meydanlara inin, dedi ve gitti" diye ben de bir tweet attım. Ama 3 Ağustos'u yaşadık. Meydanlara indirdi ve gitti, diyelim onun için. Allah dünkü sayılardan, heybetten, bereketten bizleri geri düşürmesin. Çünkü bir şey durmuş değil ama Heniyye kazanmıştır. Eğer inanıyorsak, Allah'a iman ediyorsak, ahiret gününe iman ediyorsak 8 kapıdan da cennetin 8 kapısından da girmiştir.
Betül Sav: Heniyye'nin dünya üzerinde büyük bir etki yaptığını düşünüyorsunuz.
Ayçin Kantoğlu:
➡ Bana yaptı. Bana yaptıysa herhalde size de yapmıştır. Dünyanın geri kalanına da yaptı. Sadece Müslüman ülkelerde değil, sadece Türkiye'de değil, dünyanın birçok ülkesinde benim takip edebildiğim kadarıyla etkinlikler protestolar yapıldı. Meydanlar doldu. Sadece buradan bile hakikatin nasıl bir gücü olduğunu insanlar fark etmeli.
➡ Ben anlayamıyorum; güzeli görünce nasıl ayırt edemiyorsunuz? Bakmıyorsunuz demek ki. Hakk'ın böyle bir kudreti var ve bu dünyada hiçbir güç O'nun bu kudretinin etkilerini azaltamıyor, kesemiyor. Mümkün olsa mazlumun göğe yükselen, arşa yükselen ahını bombalar bunlar. Mümkün olsa edilen duaları bombalarlar.
O alan sizin artık güç sahibi olduğunuz bir alan değildir. Dolayısıyla o, şehidin kuvveti, mübarek kanın bereketi. Sen ne söylersen söyle, hakikatin üstünü nasıl örtersen ört, nasıl çarpıtırsan çarpıt; hepsini ayağının altına almıştır. Bari bunu görün ve teslim edin.
Betül Sav: Batı'da İslam' a artan merakı nasıl yorumlarsınız?
Ayçin Kantoğlu:
➡ Bir programda söylediğim cümle çok konuşuldu: "İslam mevcut coğrafyasının insan kalitesinden kalibresinden memnun değil" dedim. Şu kadını kim durduracak, Müslümanları beğenmiyor, diyenler çıktı. Yazdılar, hedef gösterdiler. Onları tasvip etmiyorum. Çünkü insanlarla fikir anlamında mücadele edebilirsiniz. Ama bu şekilde hedef göstererek falan bunlar tehlikeli işler. Yapmayın lütfen.
Dediğim şey şuydu; Mevcut insan bakiyesi kalibresi İslam'ın tarif ettiği insanı taşıyamıyor. Hayata, pratiğe bunu dökemiyoruz. Dolayısıyla İslam sana mecbur değil. Allah sana mecbur değil. Yoksa İslam Müslümanlardan haşa hoşnut değil gibi bir cümle kurmadım. Bana sorarsan İslam Gazze'dekilerden razı, Filistinlilerden razı, bizden razı mı bilmiyoruz...
➡ Ama herhalde yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu konusunda hepimiz mutabıkız. Eğer biz dediğimiz gibi isek her yaptığımız tartışmasız doğru ise doğruyu, hakikati biliyorsak, hayata bunu döküyorsak o zaman sonuçları böyle olmamalı. Demek ki biz bir yerlerde hata yapıyoruz. Belki dili kaybetmekte belki sadece satıhta kalmaktan belki kitap aramızdan çekildiği için. Bilmiyorum ama ben Gazze'de gördüğümü buralar da bulamıyorum ya da orada gördüğüm kadar etkili değil.
➡ Bütün Müslüman coğrafya, bütün ülkeler, Müslüman kazanabilmek için diğer ülkelerdeki diğer dindeki insanları kendi dinine davet etmek için bir sürü faaliyet gösteriyor. Yani bizim sayısız basılı kitabımız var, yazılı kağıdımız, yapılmış konferansımız var. Peki, nasıl oluyor da hiçbir dil bilmeyen, Arapça dışında konuşmayan, bazısı adını bile söyleyemeyen o çocukların, insanların, mücahitlerin bu direnci yapılan bütün bu çabaları aşarak İslam'a insan kazandırıyor, Aradaki fark ne? Aradaki fark; hakikat...
Yani biz, farz-ı muhal ederek yaşıyoruz. Onlar hakikat olarak yaşıyorlar. Sen öyle olacağını ümit ediyorsun. Diyorsun ki ben Hak yoluna kendimi feda ederim, oradaki ediyor gerçekten. Dolayısıyla bu, önemli bir etkiye sahip.