Arama

Dursun Çiçek: "Ölüm hayata dair ve dâhildir"

Hızla akan bir çağın merkezinde yaşıyoruz. Bu hız çağında çoğu zaman etrafımızda olup biteni dahi fark edemiyoruz. Şehir, mekan, dağ, düşünce ve İslam düşüncesi üzerine yazdığı yazılar ve eserler ile tanıdığımız Dursun Çiçek ile insanın öte kavramı ile bağını, mekanı, şehir algımızı ve İslam düşüncesini merkeze alan geniş, kapsayıcı ve doyurucu bir röportaj gerçekleştirdik. Şöyle diyor Dursun Çiçek: "Tek başına kalmamak için yalnızlığa tutunuyoruz."

  • 16
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Bir şehrin mabetlerini bir insan yapıyor. Bu insanı siz sırf bir mühendis veya matematik kadrosuna indirgeyemezsiniz. Bu adamda öyle bir idrak, öyle bir şuur, öyle bir nazari bağlam olacak ki bunu düşünebilecek de yapabilecek. Bu bizde yekparedir. "Bizim âlimimiz nazari ve ameli bağlamı kendinde birleştirir" derken bunu kastediyorum. Batı düşüncesinde böyle olmak zorunda değil. Biri nazari bağlamını biri ameli bağlamını ortaya koyar. Her şeyi bilmek zorunda değilsin. Ama biz de öyle değil. Bizim klasik geleneğimizde bu insanlar böyle. Özellikle de nazariyatı baskın olan insanlarımıza biz alim demek zorundayız. Bu manada Turgut Cansever gerçekten alim, mütefekkir bir insan. Çünkü bir Fıkh-ı Ekber'in İmam-ı Azam'ın bizim adı üstünde kelamımızın, İslam Kelamı'nın ana, kurucu metinlerinden birinin, bir Fususü'l Hikem'in, bir İmam-ı Gazali'nin Mişkatü'l Envar'ının medine/şehir anlayışımıza nasıl yansıması gerektiğini tartışıyor. Şimdi bu adama âlim değil de ne diyeceksin?

Bir inancın, bir tevhid ilkesinin nasıl şehirde ete kemiğe büründüğünü, evde ete kemiğe büründüğünü söylüyor. Bunu ancak bir âlim fark eder veya bunu ancak bir âlim konuşabilir. Onun için bizim tabi ki teknisyenlere ihtiyacımız var fakat birinci derecede biz hangi çağda yaşarsak yaşayalım âlim kategorisini yabana atmamamız lazım. Ve özellikle kurucu insanların ve kurucu metinlerin ortaya çıktığı dönemlerin nasıl olduğunu iyi düşünür ve iyi bilirsek Turgut Cansever'in nasıl bir şey yaptığını da çok daha iyi anlarız.

  • 17
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Belki bir elli yıl sonra onun talebeleri veyahut da ondan esinlenen insanların yeni şehir anlayışlarını, yeni mekân anlayışlarını kurduklarında o zaman "Bak işte Turgut Cansever diye bir büyük Mimar büyük bir âlim böyle düşünmüş ve insanlar da bunu ameli bağlama aktarmışlar" diyeceksiniz. Memleketimden Kırşehir'den de örnek vereyim. Bizim arkadaşların, Cansever'in talebeleri, İbrahim Hakkı ve arkadaşları yanılmıyorsam, Kırşehir'de Ahi Evran Külliyesi'ni yapmışlar.

Halil İbrahim Düzenli ile bir gün telefonda konuşurken dedi ki: "Ağabey gittiğinde bir gezmeni istiyorum. Hep Ahi Evran Camii'ni çekiyorsun, etrafını çekmiyorsun. Lütfen senin gözünle bir gez oraları, bir bak bizim arkadaşların yahtıklarına" dedi. Hafızanla bir bak dilin ile tabir et diyor bana. Hakikaten gittim, yemin ederim o kadar mutlu oldum ki! Bakın bir romantizm yapmamışlar, bir nostaljiye düşmemişler. Yani pencereyi şunu şöyle yapalım değil. Bir medresenin, hanın, bir klasik Cami etrafındaki bugün yapacağımız bir mimarinin nasıl yapılacağının örneğini göstermişler. Süreklilik dediğimiz hadise bu. Bir imkânı tartışıyorlar, bir imkânı mekân haline getiriyorlar. Bakın mekânı imkânsızlaştırmıyorlar. Ama siz tutup Süleymaniye'nin aynısını yapmaya kalktığınız zaman mekânı imkânsızlaştırırsınız.

Buna gerek yok. Siz imkânı mekânlaştırın ki daha sonra o mekânı dönüştürebilesiniz. Süleymaniye'nin etrafındaki tenekecileri, kâğıtçıları, atölyeleri o insanların ekmeğiyle oynamadan oradan bir yere taşıyıp oraları Süleymaniye Mahallesi haline, o camiye giden insanların mahallesi haline getiremediğiniz zaman Süleymaniye orada sadece turistik bir figürdür. Turistlerin geldiği, selfie yaptığı, fotoğraf çektiği bir mekândır.

  • 18
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Bugün Süleymaniye bizim nazariyatımızın bizim geleneğimizin mekânı değil ki! Mesela bakın basit anlamda bir örnekle anlatayım. Süleymaniye'ye gittiğinizde selfie çeken insan mı, fotoğraf çeken insan mı yoksa namaz kılan insan mı çok dediğiniz zaman benim dediğimi çok iyi anlarsınız. Onun da ötesinde özellikle rahmetli Turgut Cansever de rahmetli Akif Emre de bununla çok uğraştı. Süleymaniye'yi Süleymaniye yapan oradaki insandır. Etrafındaki mahalle yok edildi. Yani hayatı ve eşiği yok edildi Süleymaniye'nin… Süleymaniye mekân kılan aynı zamanda oradaki evlerdir, oradaki çarşılardır, oradaki medreselerdir.

Siz oradaki medreseleri kafe yaparsanız, oradaki çarşıları birtakım bizim klasik bildiğimiz anlamında çarşı olmak yerine kâğıtçıların, hurdacıların yeri olarak nitelerseniz olmaz. Çünkü şehrin sembolüdür o. Oradaki o hurdacıların, kâğıtçıların ekmeğiyle oynamadan onları mağdur etmeden onlara şehirde ekmeklerini daha güzel kazanacakları yerlere taşıyarak orayı yeniden asli haline yani mekân haline getirirsiniz. Yoksa şu haliyle oralar bir mekân değil!

Bir de gittikçe bizim mekânlarımız hayatsızlaştırılıyor. Ne haline getiriliyor? Turistik bakış açısıyla görüntü haline getiriliyor. Görüntü haline getirilen mekân hayatsız mekândır. Hayatlı mekânda siz ancak bir dini yaşarsınız. Din dediğimiz de zaten hayatla doğumla ölüm arasındaki yaşamımızdır, hayatımızdır. Hayat dediğimiz şeydir. Din hayat derken de bunu kastediyoruz. Dolayısıyla dini ve hayatı o mekânda göremediğimiz sürece yaşayamadığımız sürece orası mekân haline gelmez. Bugün bu manada hayatsız mekânlarımız var.

Ortaköy'de son dönemde barok camilerimize örnek olarak gösterelim Büyük Mecidiye Cami var. Bakın günde herhalde belki de iki yüz bin, üç yüz bin fotoğraf çektiriliyor önünde. Bu cami artık bir cami değil orada bir fondur, bir görüntüdür. Bakın görüntü derken ben o görünen-görüntü ayrımını bunun için yapıyorum. Görüntü insanın ihtiyaçları doğrultusunda üretilen aksesuardır ve geçici bir şeydir. Hatıra başka bir şey. Camiye gider, ibadetinizi yaparsınız ve bir hatıra olsun diye de o caminin önünde bir poz verir, bir hatıra saklarsınız.

  • 19
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Ama bugün artık hatıra saklanmıyor. Buralar aksesuar olarak, arka dekor olarak kullanılıyor. Tarih maketleşiyor, mekân maketleşiyor. Bu manada da en hayati mekânlarımız hayat olmaktan çıkaran hususlardan bir tanesi de bu. Mekânı maketleştirdiğiniz zaman tırnak içerisinde müzeleştirdiğiniz zaman orada hayat olmaz. Sadece romantizm ve nostalji yaparsınız ve onu aksesuar haline getirirsiniz. Bu manada dediğim gibi rahmet Turgut Cansever'in de Akif Emre'nin de çırpınışlarını, onların talebelerinin çırpınışlarını bir romantizme de nostaljiye de indirgemeyelim. Bazıları mümkün olacak şeyleri de ya bu imkânsız diyerek küçümsüyorlar, alay ediyorlar. Hayır, onlar bir romantizm ve nostalji yapmıyorlar. Onlar bir şeyin imkânını ve mümkünlüğünü aslında yaparak gösteriyorlar.

🔹 Bekir Salih Yaman:

Son günlerde metaverse alemi diye bir tabir çıktı malum. Bu meyanda da şehirler ve mekanlar dijitalleşti. Bunu nasıl okumamız lazım? Bir de çocukluğunuzda mezarların cennet bahçesi olmasından bahsediyorsunuz. Günümüzde ise mezarlıklar hakkında kasvetli, karanlık bir imge hâkim. Bu konuyu izah edebilir misiniz?

🔺 Dursun Çiçek:

Aslında İkisi de ölümle ilgili, ölümün insan hayatından çıkarılması ile ilgili. İşte bugünkü yapay insan yapay zekâ tartışmaları, transhümanizm, simülasyon, imaj veya gösterinin ön plana çıkması teşhirin benim görüntü dediğim bağlamın ön plana çıkması da bununla ilgili. Hakikatte bugün şehirlerimizin hepsi bir imaj, bir görüntü haline getiriliyor. Metaverse'ün de zemini dediğimiz hadise aslında bu. Kevin Robins'in İmaj kitabının şehir bölümü bu manada çok kıymetli. Benim aklıma o gelir. Niye şehirlerimizi bu kadar çok ışıklandırdığımızdan söz eder ve şunu da der, ışıklarla bir perdeleme yaparız. Aslında asıl şehrin görünmesini perdeleyerek yeni bir görüntü oluşturur ve insanların önüne şehir budur deriz diyor. Gerçekten de bugün cam şehirler, çelik şehirler akıllı şehirler veya yapay şehirler veya görüntü şehirler üzerinden modern insanın şehri de gittikçe matematikselleştirmesi daha rafine bir mekanik hale getirmesi de tesadüf değil. Bu aslında en sonunda söyleyeceğimiz o bağlamla ilgili: İşte hayatsız ve eşiksiz evler bir anlamda ölümü hayatın dışına atar. Ölüm fikrini hayatın dışında gören bir nazariyatın, bir zihniyetin içinde yaşadığımızın göstergesiyle ilgili. Bugün maalesef bizim şehirlerimizde işte kitabın sonunda mezarlıkla, mezarlarla bitirmenin sebebi de oydu.

Ölüm aslında hayatın bize ne olduğunu gösteren en sahici şey. Yani "her şey yalan tek gerçek ölüm" falan diye şarkılar, şiirler vardır. Baktığımız zaman da hakikaten ölümün dışındaki her şeyin gerçekliğini bugün tartışabilirsiniz. Ama ne yapıyor Aydınlanma düşüncesi ölümsüzlük üzerine kuruyor her şeyi… Ölümü hayatın dışına atıyor. Mezarlıkları şehirlerin dışında atarak ölüm fikrini bertaraf etmeye çalışıyor. Oysaki bizde Yahya Kemal'e atfedilir, Yahya Kemal bir şehrin nüfusunu sayarken ölüleri de sayarmış, çünkü biz ölülerimizle yaşarız. Yani gerçekten camilerin hazireleri, medreselerin kenarları, her mahallenin mezarlığı şehirle iç içedir ve şehrin asla ötesinde değildir. (Burada "öte" derken dışı kastediyorum burada aşkın anlamında değil). Ölülerimizle iç içe olmamız aslında hem dünyanın geçiciliğini hem de ölümle birlikte hayatın devam ettiğini gösterir bize. Ölüm de dünyayla hayatının bitmediğini ve asıl hayatın, esas hayatının başladığını bize anlatır. Bu manada biz işte az önce dini tanımlarken, hayatı tanımlarken doğumla ölüm arasında ki şeyler olarak tanımladık ya din de bu. Dolayısıyla aslında hayat dediğimiz şey de bu… Onun için bizde ölüm hayata dairdir ve dâhildir.

  • 20
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Şehirlerden mezarları, mezarlıkları çıkardığınız zaman veya mezarlığı olmayan şehirler yaptığınız zaman aslında o şehri de öldürmüş oluyorsunuz ve şehre bir hayat vermiyorsunuz. Şehri hayatından koparıyorsunuz. Şöyle bir şey düşünelim, onlar gibi düşünelim muhal farz diyerek: Bu dünyaya gelmişsiniz ortalama kaç diyelim 70 yıl yaşıyorsunuz ve bitiyorsunuz. Bu kadar matematikle, bu kadar fizikle, bu kadar felsefeyle uğraşan insan bunu kabul eder mi, edebilir mi? Böyle düşündüğünüz zaman o kadar basit ve yalın ki! Ama ne yapıyor ölmemek için; hücre donduruyor, şunu yapıyor, bunu yapıyor başka bir şey…

Oysaki biz ölümsüzlüğü nerede kabul ederiz? Ölümü hayata dahil ederek… Mefhum üzerinden düşünmek lazım buralarda. Bugünden baktığımızda Gazali ölü mü bizim için, İbn Sina ölü mü, İmam-ı Azam Ebu Hanife ölü mü, şehitler ölüler mi? Biz ölümsüzlüğü, hayatı bir öte üzerinden, bir mefhum üzerinden bir müteâllik üzerinden tanımlıyoruz. Dolayısıyla şehirlerimizin ölmemesi de evlerimizin ölmemesi de bir surete indirgenemez. Bir matematiksel veya fiziksel mekâna indirgenemez.

Dolayısıyla mezarlarımızla aynı şehirde yaşadığımız zaman mekânımız tamamlanır. Hatta şöyle diyelim, sohbetin sonu şöyle bağlayalım: Mekânımızın tamamlanması için mezarlıkları olan şehirlerde yaşamaya başladığımızda artık nazariyatımızın da oluştuğuna, hafızamızın da yeniden hatırlandığına ve dilimizin de yeniden kurulduğuna artık bir hayat nizamı ve dünya tasavvurunu oluşturabileceğimize inanabiliriz.

Röportaj

Bekir Salih Yaman

Editör

Halil İbrahim Kutlu

Kamera

Eyüp Can Kaymak
Mert Akkuş
Serkan Hervenik

Kurgu

Günışığı Gülhan Salma

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN