Dursun Çiçek: "Ölüm hayata dair ve dâhildir"
Hızla akan bir çağın merkezinde yaşıyoruz. Bu hız çağında çoğu zaman etrafımızda olup biteni dahi fark edemiyoruz. Şehir, mekan, dağ, düşünce ve İslam düşüncesi üzerine yazdığı yazılar ve eserler ile tanıdığımız Dursun Çiçek ile insanın öte kavramı ile bağını, mekanı, şehir algımızı ve İslam düşüncesini merkeze alan geniş, kapsayıcı ve doyurucu bir röportaj gerçekleştirdik. Şöyle diyor Dursun Çiçek: "Tek başına kalmamak için yalnızlığa tutunuyoruz."
Giriş Tarihi: 30.06.2023
17:48
Güncelleme Tarihi: 05.12.2023
16:44
🔺 Dursun Çiçek:
Ona göndermede bulunarak şunu söyleyeceğim. Yani asıl cümlem şuydu "Tek başına kalmamak için yalnızlığa tutunuyoruz" diye. Bu cümleyi çok kullanırım. Bunu doğrusunu söylemek gerekirse aslında kaynağı, hissiyatını benim tamamen Hz Peygamber Efendimizin (SAV) Hira mağarasındaki o yaşadığı süreci, dönemi okurken/incelerken veya Hz. Peygamberimizin (SAV) şahsında diğer peygamberlerin de içinde yaşadıkları toplumdan kendilerini tecrid/tecerrüd ederek yalnızlığı tercih etmelerini düşündüğümde yadıma geldi. Bazı âlimlerin, bizim fakihlerimizden de sufilerimizin de âriflerimizin de bu manada yalnızlığı tercih eden insanlar var ve bunların bu yalnızlığını geçirdikleri, tutundukları mekanlar var.
Bu mekanlar üzerine düşünürken kullanmıştım ben onu "Tek başına kalmamak için yalnızlığa tutunuyoruz" diye. Tek başınalıkta bir mekân fikri olmaz insanda ama yalnızlıkta bir mekân fikri olur. Hatta yalnızlıkta mekânı kurarsınız. Hz. Peygamberimiz -bunu bazıları belki biraz farklı değerlendirebilir ama- Hz. Peygamberimiz (SAV) "Mekke'yi, bizim Mekke'mizi daha doğrusu Hira'da, Medine'mizi Sevr'de kurdu" cümlesini kullanırlar. Bence boş ve anlamsız bir cümle değil bu. Hz. Peygamberimizin (SAV) Hira'daki süreci ve orada da asla Kâbe'yi bırakmıyor, asıl mekânı asla bırakmıyor.
Kâbe, Allah'ın (CC) evi, o Kâbe'nin temsili bir anlamı var bir mihenk bizim için. Efendimiz (SAV) oranın putlarla dolu olduğu dönemde bile Hira Mağarasında inzivasını sürdürdükten sonra geliyor, evine gideceği zaman yine Kâbe'yi ziyaret ediyor ve ondan sonra yine yeniden evine gidiyor. Orayla irtibatını hiçbir zaman koparmıyor. Orayı hatırlayarak hafızada tutuyor. Niye? Çünkü oranın asliyetini, ne olduğunu çok iyi biliyor ve bunu o kötüden ve kötü olandan oraya arızi olarak gelenden arındırması için orayı bırakmaması gerekiyor. İşte yalnızlıkla tek başınalık arasındaki fark da bu. Hem Kâbe'yi yalnız bırakmıyor hem kendi yalnız kalmıyor ve dolayısıyla burada bir mekân, bir Mekke kuruluyor. Mekke, Hira, Kâbe ve Hz. Peygamberimizin (SAV) evi arasında Hazreti Hatice'nin (RANHA)evi arasında kuruluyor. Dolayısıyla mekandaki o mekanların paranteze alınması o yalnızlığımıza tahsis edilmesi o mekanları aslında çoğaltıyor.
🔹 Bekir Salih Yaman:
O zaman burada bir "mekân kurucu" olarak yalnızlıktan da bahsedebiliriz.
🔺 Dursun Çiçek:
Tabii ki, işte o yalnızlık bizim nazariyatımızı geliştirdiğimiz hal. Yani bizim tasavvuftaki terk-i dünyayı bu manada algılamamız ve anlamamız gerekiyor. Hz. Peygamberimizin (SAV) Hira'da geçirdiği bağlamla alakası var bunların. Dolayısıyla orada yalnız kalarak tekbaşınalığı bertaraf ediyorsunuz ve tek başına kalmamayı sağlıyorsunuz. Çünkü yalnızlık bir ara süreç, bir anlamda yoksa tek başına kaldığınız zaman sizin mekanla bir ilişkiniz olmaz, insani bir eyleminiz olmaz.
Çünkü din bizim için mekânda tutunur, tutar. Medine, dinin mekân tutması derken de bunu kastediyorum . İnsan da mekânda olmadığı sürece şehirde olmadığı sürece Hz. Peygamberimiz (SAV) dönüşünü düşündüğümüz zaman ne yapıyor, o yalnızlık vahiyle bitiyor ve vahiyle birlikte zaman yeniden başlıyor ve ne yapıyor mekân yeniden kuruluyor. Hz. Peygamberimizin (SAV) akrabalarını davet sürecini geçelim, açık tebliğe başladığında aslında Mekke yeniden kurulmaya başlıyor. Yani işte bir ötenin bir vahyin etek kemiğe bürünmesi orada yeniden başlıyor. Dolayısıyla şehir tekbaşınalıktan kurtuluyor. Şehir neye yalnız? Şirke yalnız. Şehir yabancılaşmaya yalnız. Şehir kötüye yalnız. Bunlara yalnızlaşmadığın zaman direnemiyorsun ama bu yalnızlıkta ne ile gideriliyor?
🔺 Dursun Çiçek:
İşte bu yalnızlık risalet ile, vahiyle gideriliyor ve bir anlamda Hz. Peygamberimizin (SAV) bu örnekliğine bakarak, aslında bugün aynı şey Medine için de geçerli. Akabe biatları Sevr mağarasındaki Hz. Ebubekir (RA) ile olan o duruş, o Hicret süreci dikkatli bir şekilde değerlendirilirse Medine'nin de nasıl kurulduğu, fıkhın oradan nasıl tahakkuk ettiği anlamın nasıl tahakkuk ettiği neden fıkıh ayetlerinin ahkamla ilgili ayetlerin orada nazil olmaya başladığı çok daha iyi anlaşılır. Çünkü ete kemiğe bürünme dediğimiz şey yer tutmayla, mekân kurmayla ilgili bir şey ve tekbaşınalık orada ortadan kalkıyor.
Yabancılaşma bir manada artık senin tırnak içinde kurucu unsur olmanla birlikte bertaraf oluyor. Yalnızlıkla tekbaşınalığı bertaraf etme nasıl olur? Eşini bulmakla tekbaşınalığı bertaraf edersin. Dolayısıyla burada o yalnızlığı bugünkü hayatımızda da işte içinde bulunduğumuz şehirlerde aslında bal gibi yaşıyoruz.
Bugün bırakın bizi, Aydınlanma düşüncesi veya modern düşünce nin büyük insanlarına bile baktığınız zaman ister Schopenhauer'a bakın ister Nietzsche'ye bakın hatta Kant bile ölümüne yakın dönemlerde insanın fazla mekanikleşmesinden yakınmaya başlıyor. Biz bir anlamda -benim tabirim tabi bu- ya diyor biz ne yaptık işte insanı fazla makineleştirdik, insanı fazla mekanikleştirdik, diyor. İnsan yalnızlaşıyor ve tek başınalığa doğru gidiyor. Bireyselleşme dediğimiz şey bir ferdiyet değil. Yalnızlıkta bireyselleşmenin farkı tam olarak orada.
🔺 Dursun Çiçek:
Bizde ferdiyet asla yalnızlaşma değildir. Şu anda benim ferdiyetim olmasa senin ferdiyetin olmasa biz burada konuşamayız. Ferdiyetler birbiriyle irtibat içinde ferdiyeti gerçekleştirir ama bireyselleşme, Batı bireyselleşmesinde korkunç bir şekilde tek başına doğru gidiş vard. Zemini yok çünkü öte ile ilgili bir zemin olmadığı zaman sadece dünyevi çıkarlar üzerine kurulu bir bireyselleşme ortaya çıkar. Burada da güç hiyerarşisi olur. Bizdeki gibi bir bağlam söz konusu değil. Dolayısıyla burada belki şuna da değinmek lazım; kendi eşini bulma, kendi hakikatini bulma, kendi anlamını bulma hep iç içe. Medine'nin bu manada artık bir medeniyete dönüşmesi bir hayat nizamına bir dünya görüşüne bir dünya tasavvuruna dönüşmesi okunduğu zaman bu defa artık sizin dışınızdaki yalnızlara da bir nefes olabiliyorsunuz.
Yalnızlaşarak tek başına kalmamak için kendinizi arındırdınız bu arınmada kurucu nazari bağlamanızı belirlediniz, şehrinizi kurdunuz ve daha sonra bu şehir aslında sizinle ibaret kalmadı. Sizin dışınızdakilerle sizin ötelerinizdekilere de bir örneklik teşkil etmeye başladı. Yani vahiy, risalet eliyle hayata dönüştü. Sünnet ve âlimlerin tevil ve tabirleri ile bir hayat nizamına ve dünya tasavvuru na dönüştü ve dolayısıyla İslam niye 12. 13. yüzyıla geldiğinde fıkhıyla, kelamıyla, irfanıyla, matematiğiyle coğrafyasıyla bütün ilimleriyle tüm dünya tarafından benimsenen, dikkate alınan bir düşünme biçimi bir dünya tasavvuru olmaya başladı tamamen bununla ilgili.
Dolayısıyla, siz şehir kurarken sadece matematiksel ve fiziksel bir mekân kurmuyorsunuz aynı zamanda bir nazari düşünceyi taşıyan bir hayat nizamını dünya tasavvurunu taşıyan bir dili taşıyan bir hafızayı taşıyan bir mekânı da kurmuş oluyorsunuz. Öyleyse, yalnızlığı bu manada küçümsemememiz gerekiyor. Yalnız kalmak, nazari bağlama yeniden insanın kendi şahsında yaşaması bir anlamda diline hafızasına sığınması demek . Diliniz ve hafızanız varsa yalnız değilsiniz zaten ama tek başınalık aynı zamanda dilsiz ve hafızası olmak demektir, sadece mekânsız olmak demek değil.
🔹 Bekir Salih Yaman:
Bu bağlamda Türk evi muhayyilesiyle "apartmanı" konuşmak istiyoruz. Yani daha çok bir Türk evi idealinden bugün yaşadığımız apartmanlara geçişimiz nasıl oldu ve neler kaybettik?
🔺 Dursun Çiçek:
Aslında olay sadece bir mekân kaybı değil. Y ani bugün Türk şehri veya İslam şehri ile Batı şehri, modern veya İslam eviyle, Türk eviyle modern mukayesesi yapmadan önce tabii ki bunun bir öncesi var. Nazari bağlamınızı kaybettiğiniz zaman ameli bağlamınız zaten ortaya çıkmaz. Çünkü bizde nazari bağlamla ameli bağlam eş zamanlı dır, mesafesizdir. Bunları birbiriyle aynı aynileştiremediğimiz gibi birbirinden mutlak olarak ayıramayız da. Önemli bir şey burası. Bu manada biz nazariyatımızı kaybedince ameli bağlamımız da açık vermeye başladı. Nazariyat bir süre kendini sürdürdü ama ameli bağlamımız bir başka amelle dolmaya başladı. Yani neyi kastediyorum şöyle; siz artık evinizle bahçenizle, pazarınızla, mabedinizle ve şehrinizle bir hayat nizamı ve dünya tasavvuru oluşturamadığınız zaman bir örneklik oluşturamıyorsunuz demektir veya sizin de eş zamanlı olarak dünyanın başka bir yerinde, birileri bir dünya tasavvuru yani bir ev, bir şehir, bir mekân oluşturmuş ve kendilerini de bir hayat nizamında dünya tasavvuru oluşturmuşlarsa ve onlar amel, nazar bağlamındaki bağlamı kaybetmemişlerse onların ameli bağlamları önce sizin ameli bağlamanız olmaya başlar.
Daha sonra size ameli bağlam olan şey sizin nazariyatınızı da belirlemeye başlar. Neyi kastediyorum? Şunu kastediyorum: Özellikle 17. ve 18. yüzyılla birlikte nazari bağlamımızda veya ameli bağlamımızda, birtakım sıkıntılar yaşamaya başladık bu çok açık ve net. İşte bugün birilerinin şu sebepten, bu sebepten diye tarihten gerekçelerini aradığı tırnak içerisinde geri kalmışlık dediği, o kelimeleri pozitivist kelimeleri veyahut da modern Batı'nın bize dayattığı kelimeleri kullanarak kendi tarihini kurmaya çalışmak da yeni bir kurgu olduğu için biraz sakıncalıdır.
Ben öyle düşünmem fakat kendi bağlamımızda çok açık bir şekilde birtakım sıkıntılar olduğu gerçek, çok açık. Niye? Çünkü kendimizin dışındakileri bırakın, kendinize bile nazari ve ameli bağlamda bir şey öneremiyoruz. Bir dil öneremiyoruz, bir hayat nizamı ve bir dünya tasavvuru öneremiyoruz. Bu şu demek; yani biz artık kendi evimizi kuramıyoruz kendi şehrimizi kuramıyoruz anlamına geliyor bu. Çünkü sen kendi evini, kendi şehrini kurduğun zaman bir hayatın nizamı ve dünya tasavvuru olur ve başkalarını bunu önerebilirsin.
Öyleyse bizim temel problemimiz düşüncede ve zihniyet te başlıyor. Yani zihniyetteki bu tutulma, zihniyetteki bu ray değişmesi veya bağlam değişmesi sen hakikati temsil etsen de başka tezahürlere yol açabiliyor. Yani seninle eş zamanlı olarak bir ve birden fazla hayat nizamları ve dünya tasavvurları, ev fikri olan mimari fikri olan sanat fikri olan şehir fikri olan başka tasavvurlar ortaya çıktığı zaman sen artık belirleyiciliğini sürdürebilmen için onları da hesaba katman veya onları da hesaba katarak kendini yenilemen gerekiyor. Tecdid dediğimiz şey, teceddüt dediğimiz şeyin de olması gerekiyor. Yani, tedeyyünün temeddün haline gelmesi aynı zamanda bir teceddütle de sürdürülmesi gerekiyor. Biz bunu 17-18 yüzyıl'a kadar götürüyoruz. (Rahmetli Necip Fazıl bunu Kanuni dönemine kadar götürür) Ama benim veya her okuyanın kendince farklı şemaları şablonları olabilir. Mesela İslam Düşünce Atlası 'nı hazırlayan arkadaşlar "muhasebe dönemi" olarak nitelerler aslında bu kriz dönemini sıkıntılı dönemini...
Muhasebe dönemi derken de 1700'lü yıllarla başlayan ve bugüne kadar gelen süreçte Batı dünyasında yeni bir hayat nizam ve dünya tasavvuru doğuyor, yeni bir ev fikri ortaya çıkıyor. Bizim bugün sosyolojide çok iyi tanıdığımız Max Weber'in "Şehir" diye bir kitabı var mesela. Büyük bir sosyolog. Ondan sonra işte L. Mumford ''un "Tarih Boyunca Kent" kitabını da baktığın zaman orada aslında Batı düşüncesindeki "Ev", "Zaman" ve "Mekan" fikrinin nasıl değişime ve dönüşüme uğradığını da rahatlıkla okuyabiliyorsunuz. Yani Kant'ta az önce zikrettiğimiz o nazari bağlam nasıl bir hafızaya sahipse bu şehir ve hayat tasavvurunda da eş zamanlı olarak devam ediyor.