Andersen Masalları'nın meşhur yazarının gözünden İstanbul
Ünlü masal yazarı Hans Christian Andersen'in İstanbul'da yaşadıkları, oryantalist düşlerinin ötesine geçmişti. Bir rüya diyarı gibi dediği Topkapı Sarayı'nın bahçesini, sırma işlemeli mendilleri, "gözlerimi kamaştırdı" diye yazdığı Sultan Ahmet Camii'ni, etrafı küçük sümbüllerle çevrelenmiş dev bir sümbüle benzettiği Ayasofya'yı seyahatnamesine yazdı. Sizler için, Andersen'in gözünden İstanbul'u derledik.
Giriş Tarihi: 22.08.2019
13:44
Güncelleme Tarihi: 22.08.2019
14:03
ANDERSEN'İN GÖZÜNDEN İSTANBUL
"Dört Mayıs, peygamberin doğum günü; kutlamaların en güzel bölümü bir gece öncesinden başladı. O gece mehtap vardı, gün batımından sonra sokağa çıkmak isteyen herkesin, elinde bir fener taşımadığı takdirde Osmanlı polis yasaları uyarınca tutuklanacağını bildiğimden ve ne yasaları, ne de mehtabı değiştirecek halim olmadığından pek de hoşuma gitmeyen bu durumu kabullenmiş bulundum. Peygamberin onuruna yapılacak donanma alayını görmek üzere Aderhas isimli genç bir Rusla birlikte, yanımıza refakatçi almadan, elimizde irice bir kağıt fenerle yollara düştük.
Pera'nın daracık aka sokaklarında dolaşırken karşılaştığımız görkemli, müthiş ve harikulade manzara, Kuzey'de ancak rüyalarda görülür. Önünde durmakta olduğumuz binalardan, aşağılara deniz kıyısına kadar bir kabristan ya da başka bir deyişle koynunda kömür karası geceyi dinlendiren, ulu ve sık ağaçlı bir servi ormanı uzanıyordu. Ulu ağaçların altında, insan adımları ve at nallarıyla çiğnenmiş dar bir patika, kâh mezar taşlarının arasından, kâh devrilmiş taşların ardından geçerek engebeli arazide yokuş aşağı kıvrılmaktaydı. Bu karanlık fonda, yer yer kırmızı yahut mavi bir fener belirip kayboluyordu. Kabristanın içinde bulunan birkaç yalnız evin ışığı pencerelerden ve balkonlardan bize yansıyordu.
Gemilerle dolu koyu mavi körfez, Şam çeliğinden bir kılıç gibi servilerin üzerinde ışıldıyordu. Körfezdeki en büyük iki gemi, fenerlerle donatılmıştı. Lumbarların etrafı, küpeşte demirleri ve geminin ana direği şıkır şıkır aydınlanmış fenerler, asılı oldukları yelken halatlarını ışıltılı bir ağa dönüştürmüştü. Körfezin hemen yanı başında şerefeleri kandillerle donatılmış sayısız minareleriyle İstanbul uzanıyordu; henüz batan güneşin kızıllığı kaybolmamıştı. Hava öylesine berrak ve açıktı ki, Asya'nın başı sonsuza dek karlarla kaplı dağı Olimpos, gümüş renkli bir bulut gibi bu harikulade kentin gerisinde kendisini gösteriyordu. Mehtap, kandillerin ışığını soldurmuyor, tam tersine dev ateş çiçekleri açmış, beyaz dallar gibi görünen, en küçüğü tek bir hale, en büyüğü üst üste üç haleyle çevrili minarelerin siluetlerini biraz daha belirginleştiriyordu.
Bulunduğumuz yerde kimsecikler yoktu, bu ışıklıkta serviler arasında gezinirken bir bülbülün şakımasını, kumruların ötüşünü işittik. Kırmızıya boyanmış, küçük, ahşap bir nöbetçi kulübesinin yanından geçtik. Mezar taşlarının arasında yakılmış ateşin etrafına Avrupai üniformalar giymiş askerler uzanmıştı. Giysilerinin tersine yüzleri ve tenleri bu askerin İsmail'in sülalesinden çöl çocukları olduklarını belli ediyordu. Ağızlarından uzun tütün çubuklarıyla uzanmış, Muhammed'in doğumuna dair anlatılan öyküleri dinliyorlardı.
Pera'daki kulenin altından geçip dönen dervişlerin tekkesine giderken karşımıza daha da geniş bir panaroma çıktı. Marmara Denizi ve Asya'nın dağları ay ışığında parlıyor, bu ikisi arasında şerefelerinde İstanbul'dakiler gibi kandiller yakılmış Üsküdar minareleri yükseliyordu. İstanbul tarafında en belirgin olarak göze çarpan, her biri ikişer ya da üçer kadar haleyle çevrilmiş bulunan dört minareli Ayasofya Camii ve altı minareli Sultan Ahmed Camii idi. Bu camiler Boğaziçi'ne doğru uzanan, yıldızsız bir gökyüzü kadar karanlık saray bahçesinin sınırlarını çiziyor gibiydiler. Deniz kıyısındaki Harem binalarına tek bir ışık bile yanmamakla birlikte, Altın Boynuz'un bitip karanın başladığı yere kızıl yalazlarını sulara yansıtan alevden bir kılıç dikilmişti.